Mesajı Okuyun
Old 26-03-2012, 11:53   #491
Nusret

 
Varsayılan

Adli Tıp arkadaşımız kendi kendisini tekzip ediyor. Önce, "Açıkçası ben Prof. Özekes'in öncülüğünü yaptığı düşünceyi hukuki açıdan ve yasanın lafzı ve ruhu açısından daha uygun buluyorum." diyor, ama anlaşılan yaptığımız eleştirilerden etkilenmiş olmalı ki, peşinden, "İşvenin elindeki kayıtlar başka görünüyorsa", "Mahkeme indirim yaparsa" diyerek bizim tezlerimize yaklaşıyor...

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, ben hiçbir zaman iş davalarını jenerik ve/veya yüzeysel dilekçelerle açmadım, açılmasını da doğru bulmam. Bütün meslek hayatım boyunca hep, o davacının özgül durumunu dilekçelerime yansıttım. Dilekçeme, işverenin hangi işyerinde, hangi tarihler arasında, hangi işle görevli olarak, hangi ücret ve sosyal haklarla çalıştığını yazarak başlarım. Arkasından, çalışılan dönem boyunca talep edilen haklarla ilgili ne gibi ihlallerin yaşandığını, çalışma süreleri ve yönteminin ne ve nasıl olduğunu, nelerin ödenmediğini, varsa feshin nasıl gerçekleştiğini ekler taleple bitiririm. Buna hep sadık kalmışımdır. Böylece dilekçe ile, müvekkille yaptığım görüşmede edindiğim bilgileri dava dilekçesine aktararak kendimi bağlarım. O kadar çok davada, emsal ücret talep ettiğimden yüksek gelmesine rağmen taleple sınırlılık ilkesi nedeniyle alacaklar talep ettiğimiz, yani müvekkilin bize göre gerçek durumunu gösteren ücretten hesap edilmiştir ki!

Ama bundan hiç yüksünmedim, yüksünmem de! Çünkü, önemli olan maddi gerç ek ile yargılama sonucu ortaya çıkan hukuki gerçeğin mümkün olduğu kadar örtüşmesi, aradaki, maalesef tam olarak kapatamadığımız makasın mümkün mertebe açısının düşürülmesidir. Avukatın da görevi bu değil midir zaten?! Bunu, işçilerin daha yüksek ücret vb. hakları almasına itirazım olduğundan değil, bu daha yüksek ve geniş hakları alengirli yollarla değil, mücadele ile alması gerektiğine inandığım için yaparım.

Yine Adli Tıp arkadaşımız, "Alacağın özüne ilişkin değil ispat zoruluğuna ilişkin gereçeler karşı tez olarak sunuluyor daha çok..." demiş. Burada şunu atlıyor: Hukuki gerçekte "alacağın özü" denilen şey, yargılama sonucu ortaya çıkan şeydir. İddia edilenle karar verilenin tamamen örtüşmesinin sözkonusu olduğu olaylarda, ben de hemfikirim, alacak belirsiz değildir. Nitekim, 1475 sayılı eski İş Kanunu'nun 14. maddesinin 5. bendinin düzenlemesine göre emeklilik şartlarından sigortalılık başlangıcından beri geçmesi gereken süre ile bulunması gereken prim ödeme gün sayısı şartlarını taşıyanların kıdem tazminatını alarak işten ayrılabileceklerine dair kuralı işleterek bir fabrikanın üretim müdürü için kıdem tazminatı ve izin ücreti talepli açtığım davayı tam eda davası olarak açtım. Çünkü burada müdürün ücreti tam olarak sigorta kurumuna bildiriliyordu ve zaten üst limitin üzerindeydi, ayrıca bildirilen ücret tam olduğu ve müdür kaç gün kullanmadığı izni bulunduğunu bildiği için alacak bizim için de belirlenebilirdi. Ama daha önce de dediğim gibi, bu gibi durumlar o kadar nadir ki!

Bu mesajımda son söz olarak şunu söyleyeyim: Bu sorunla ilgili olarak aldığım kitaplardan biri, Yargıtay 9. HD'nin tetkik hakimlerinden Şahin Çil ile Bektaş Kar'ın birlikte yazdıkları "6100 sayılı HMK'ye Göre İş Yargısında Belirsiz Alacak Davası ve Kısmi Dava" adlı kitaptı. Bu kitabı iş hukukuyla ilgilenen arkadaşlara, özellikle işçi vekilliği yapanlara şiddetle tavsiye ediyorum. Kitapta yer verilen kıstaslardan biri de, alacağın likit olmadığından bahisle inkar tazminatına hükmedilmeyen alacakların belirsizliğidir. Bundan başka daha birçok kıstas vardır. Bunlar, bizim ta başından beri ileri sürdüğümüz argümanlardır. Yargıtay hakimlerinin de bunları paylaştığını görmek bizi sevindirmiştir. Aksi halde sıkı bir mücadele bizi bekliyor olacaktı. :-) Şimdi işimiz biraz daha kolaylaşmış, yerel mahkeme hakimlerini ikna etmekle sınırlı kalmış gözüküyor. Umarım yanılmam!