Mesajı Okuyun
Old 07-01-2011, 18:04   #2
Av. Selen Vargün

 
Varsayılan

Armağan Beey!

yıllar önce ben de Vietnam'a gitmiştim, sonra üzerine gelip Vietnam Efsaneleri hakkında ince bir kitap okudum. Sonra bir yazı yazdım. eğer okumak isterseniz diye aşağıya ekliyorum... birden yazınıza sitede rastlayınca heyecanlandım) Vietnam ve tüm Çinhindi, acayip yerler gerçekten...

AŞKLARIN EN GÜZELİ: VİETNAM

Sevgili Vietnam,

Yeşilinin ağırlığını ve tonunu napalm etkisinde kaybetmiş Vietnam. Alaşağı edilmiş hayallerin mekanı; Viet’lerin, Thai’lerin, Lo Lo’ların, Nung’ların ülkesi Vietnam.

Binlerce fersah uzaktayım senden. Kutu kutu evlerin arasından geçtim de döndüm geldim ülkeme. Zamanın eskitemediği her şeyi yanımda getirdim: Pham Luc’un tablolarını, tuvaline yansıyan kara saç örgülü kadınları, mikro-projelerin konusu fakir köyleri, uçsuz bucaksız pirinç tarlalarını, huzur bulmuş ipek kozalarını, efsanelerini. Bu kadar uzakta olmak dokunuyor tenime. Bir uzak ülkesin gözlerimin göremediği; oysa hayallerimde ve düşlerimde bir o kadar yakın. Sessizliğin korkutsa da zaman zaman, bir bilgelik okunuyor sükunetinde. Sessizliğin bulandırdığı tüm düşünceleri silip at bir kenara ve biz efsanelere geri dönelim:

Bir efsane var ya hani, ‘Vietnam Efsaneleri’ndeki ‘Pirinç Tanrısı’: Bir zamanlar insanlar açlık ve sefalet içinde yaşıyorlardı. Köyün birinde yaşayan evli bir çift vardı. Yoksul, aç ve fakirlerdi. Yiyecek bir şey bulamadıkları için avurtları çökmüştü. O kadar zayıflardı ki… Bir gün yiyecek bir şey buluncaya kadar yürümeye karar verdiler. Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler… En sonunda yorgunluktan tükenip bir yere oturdular. Kadın, başını kocasının omzuna dayayıp çaresizlik içinde ağlamaya başladı. O sırada sarı tahıl taneleri yiyen kuşları gördüler ve düşündüler: Onlar yiyebiliyorsa biz de yiyebiliriz. Nitekim taneleri yemeye başladılar ve hiç hissetmedikleri kadar güçlü ve sağlıklı duyumsadılar kendilerini. Bundan sonra tüm Vietnamlılar bu tahılla beslenerek yaşadılar. Bu tahılın adı pirinçti ve şimdikinden kat be kat büyüktü, kocamandı ve yine efsaneye göre o zamanlar, dev pirinç taneleri evlere kendiliğinden yuvarlanarak gelirdi. Fakat bir gün köyün kadınlarından biri pirinç tanesini erken gelmekle suçladı ve bağırdı: Evimi süpürdükten sonra gelseydin ya! Üstelik bu kadarı yetmemiş gibi onun üzerine süpürgeyle vurdu. Bu talihsiz olay üzerine pirinç tanesi utancından bin parçaya bölündü ve evlere kendiliğinden gelmez oldu. Nankör insan, artık uzun uğraşlar sonucu pirinç elde etmek zorunda.

En güzel efsaneleri senden dinledim Vietnam. Baldırı çıplak saf bir çocuksun bana yansıyan görüntünde. Alabildiğine doğal, alabildiğine barışık kendi kendiyle. Birileri çok güzel hikayeler anlattı ve adına efsane dedi ve bunu en çok sana yakıştırdı Vietnam. Bu kadar güzel söylenceler ancak bu kadar güzel bir ülkeye yaraşır, dendi. Geçirdiğin savaşla ilgili çok yazıldı çizildi. Acını anlayan oldu, anlamayan da. Acını anlamayan zaten birçok şeyi anlamadı; yollarda pedal çeviren emekçi Vietnamlı kızları, bombaların yerle bir ettiği mekanları , Ha Tay’daki ipek atölyelerini, topraktaki bilgeliği. Acını senle beraber duyumsayan ise durduramadığı her şeye öfke yağdırıyor: savaşa, kana, silaha ; fakat durmuyor işte ve birikiyor acı günbegün. Ortak kabusumuz büyüyor akıttığın gözyaşlarının ardından. İşte o zaman seni avutmak için efsanelere sarılıyoruz çarçabuk.

Hanoi’nin kuzeyindeki Nghi Tam Köprüsü’nü iki dev su birikintisi böler: Sol tarafta Batı Gölü ve sağ tarafta Kızıl Nehir. Vietnam’ın suları efsunlu; her bir damlası bir hikaye anlatır. Nitekim, şimdilerde Batı Gölü diye anılsa da, eski adıyla Tilki Gölü de bir efsaneyle anılır. ‘Vietnam Efsaneleri’nin ilk sayfası da ona ayrılmış işte: Bir zamanlar Güney ülkesinde, Tanrıların bahş ettiği yetenek sayesinde suyun üzerinde yürüyebilen bir hakan yaşardı. Kirh Duong adındaki bu hakan, yine bir gün suyun üzerinde gezinirken sular altında yaşayan prenses Long Nu’yu gördü ve ikisi de birbirlerine aşık oldular. Nur topu gibi bir çocukları oldu ve adını Lac Long Quan koydular. Gün geldi, Quan ülke yönetimini babasından devraldı. Bir gün, Sarı Deniz’in civarında gezinirken, yöre halkının şikayetleriyle karşılaştı: Denizde kocaman bir canavar yaşıyordu ve köylülerin avlanmasına izin vermiyordu. Anne ve babasından miras kalan tanrısal yeteneklerin sahibi Quan, kısa bir uğraştan sonra canavarı öldürdü ve bundan böyle köy halkı rahat rahat balık avlayabilecekti. Bu zor işin kolayca üstesinden gelen Quan, batıya doğru ilerledi ve halkın burada dokuz kuyruklu bir tilkiden bahsettiğini duydu. Yöre insanları tilkinin korkusundan göç ediyorlardı; hakanı görünce yardımını istediler. Lac Long Quan tilkinin yaşadığı mağaraya ulaşmak için tepeleri aştı, tanrılardan yardım istedi. Üç gün üç gece canhıraş bir dövüştür gitti. En sonunda yorgun düşen dokuz kuyruklu tilki, kanatlı bir yılana dönüştürüverdi kendini birdenbire ve tam kaçmaya çalışırken hakan tarafından öldürüldü. “O an yer sarsıldı, kayalar parçalandı ve mağara çöktü. Yakınlarda akan nehir, sularını o tarafa doğru akıttı ve her şey sular altında kaldı. Böylece o civarın en büyük gölü oluştu. Ora halkı sonsuza kadar bu olayı hatırlamak için göle Tilki Gölü adını verdi. Bugün kendisine Batı Gölü dense de o gölü Hanoi kentinin kenarında görebilirsiniz.”


Aşkların en güzelini sende yaşadım Vietnam, bir erkekten sonra ilk defa bir ülkeye aşık oldum. Et kokulu sebzeli eriştelerinden yedim, tuzsuz ve yağsız pirincin de lezzetli olabileceğini öğrendim. Işığın binbir yansısını ve rengini sende gördüm. Üzerinde yürüdüğüm yollar, içinde ayaklarımı ıslattığım nehirler, yanı başında duraklayıp yemek yediğim seyyar lokantalarda yaşadım tutkuların en güzelini. Rengarenk bitkilerin boyadığı tabaklarda gördüm şaşkın yüzümün suretini. Bu yansımayı sen çok sevdin, hiç alay etmedin benimle. Oysa ben yine de tedirgindim, çekik gözlerimle gizlendim topraklarında. Beni tanıma, beni tanıyıp da görmezlikten gelme diye… Bu arada, sokaklarında hiç şişman insan görmedim. Bir sabah dar sokaklarından birinde yürürken şu görüntüye tanık oldum: Sokağın başındaki kitap dolu evde-kapısı ardına dek açıktı, ön duvarı yoktu sanki- yaşlı bir adam kitap okuyordu. Gözlerimle biraz gezindikten sonra iki çocuk daha fark ettim. Yaşlı amcanın ayaklarının dibine, omuzlarının apak gölgesine sığınmışlar, koruyucu meleklerinin korunağında uzaklara dalmışlardı huzurla ve kitap okuyorlardı hep beraber. Aslında ben o görüntüde kalakaldım. Hala o tertemiz görüntüyü arıyorum. O üç kişinin yarattığı barışı özlüyorum. Yüreğimin en serin, en rahat kıyısını bu barışa ayırdım, sonsuza dek kirlenmesin istiyorum. Şimdi yine efsanelerine sığınıyorum ve herkes onların tadına varsın istiyorum.