Mesajı Okuyun
Old 19-11-2012, 19:06   #6
Av.İlker DOLGUN

 
Varsayılan

Uzun ve Ayrıntılı bir Ceza Genel Kurulu Kararı, Yardımcı olması dileğiyle..


T.C.
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

E:2007/6-13
K:2007/54
T:06.03.2007

Adlî Tatil
Tebligat
Vekalet Sözleşmesi
Avukatlık Sözleşmesi

Özet: Uyarlama yargılamasına konu olan suçtan hükümlü bulunması nedeniyle cezaevinde olduğu anlaşılan kişi hakkın¬daki yargılama adli tatil içerisinde yapılabileceğinden, bu kişiye yapılan tebligatlarla ilgili olarak, sürelerin Adli Tatil içerisinde işlemesine de bir engel bulunmamaktadır.
Avukatın tevziatın yapıldığı sırada geçici olarak bürosunda bulunmaması halinde; Tebligat Yasası 'nın 21. maddesindeki hükme ve Tebligat Tüzüğü'nün 30. maddesindeki usule göre, komşuya haber verilip, tutanağın kapıya yapıştırılması ve teb¬ligatın muhtara bırakılması yeterli olup, bu şekilde yapılan teb¬ligat geçerlidir.
Tebligat Yasası'nın 11. ve Tebligat Tüzüğü'nün 15. ve 16. maddelerine göre, vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat öncelikle vekile yapılır. Ancak, vekile tebligatın yapılamaması nedeniyle ortaya çıkacak zorunlu hallerde asıla da yapılabilir.
Halen cezaevinde hükümlü bulunan ve hükümlü bulunduğu suçtan aldığı cezanın miktarına bakıldığında kendisine bir vasi atanması gereken hükümlüye tebligatın, Tebligat Yasası'nın 11. maddesinin 2. fıkrası ile Tebligat Tüzüğü'nün 16. maddesi ge¬reğince vasi (yasal temsilci) aracılığıyla yapılmamış olması ise bir sorun olarak görülmemiştir.
Vekalet sözleşmesi ile avukatlık sözleşmesi birçok yönüyle birbirinden farklıdır. Vekaletnameye dayalı olarak kurulan ve¬kalet sözleşmesi yasada yazılı olan azil, istifa, ölüm gibi ne¬denlerle sona ererken, avukatlık sözleşmesi işin bitmesi ile bir başka deyişle hükmün kesinleşmesiyle son bulur. Vekalet söz¬leşmesinin sona ermesini gerektiren sebepler gerçekleşmedikçe, sırf avukatlık sözleşmesinin sona ermesi nedeniyle vekalet söz¬leşmesi sona ermez. Bu durumda, aynı vekalet ilişkisine dayalı olarak daha sonra yeniden avukatlık sözleşmesi yapılması müm¬kündür. Bu sözleşme herhangi bir şekle bağlı olmadığı gibi, açıkça veya zımnen yenilenebilir. Bu durumda, varlığı ispatla¬nan yeni bir avukatlık sözleşmesi yapılmadan, vekilin biten sözleşmeye dayalı olarak süresinden sonra yaptığı işlemler nedeniyle sanık aleyhine sonuç doğması kabul edilemez.

5271 s. Yasa m. 331
7201 s. Yasa m. 11,21
1136 s. Yasa m. 171
1086 s. Yasa m. 62/1

Yağma, dolandırıcılık ve sahte kimlik kullanma suçlarından; (Ankara Altıncı Ağır Ceza Mahkemesi)'nce 27.01.2003 gün ve 403-24 sayı ile; "sanık Murat'ın, mağdur Semih'e karşı suçu nedeniyle 765 sayılı Yasa'nın 64/1, 497/1, 59. maddeleri gereğince sonuç olarak 12 yıl 6 ay ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına ve hakkında 31. ve 33. maddelerin uygulanmasına; mağ¬durlar Selçuk ve Namık'a karşı suçu nedeniyle 765 sayılı Yasa'nın 497/1, 59. maddeleri uyarınca 12 yıl 6 ay ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına ve hakkında 31. ve 33. maddelerin uygulanmasına; mağdur Orhan'a karşı suçu nedeniyle 765 sayılı Yasa'nın 503/1, 59. maddeleriyle sonuç olarak 10 ay hapis ve 216.666.666 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına; sahte kimlik kullanmak suçundan, 765 sayılı Yasa'nın 350/1, 59. maddeleriyle 10 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına; neticede toplam olarak, 765 sayılı Yasa'nın 71. ve 74. maddeleri uyarınca sanığın 24 yıl 12 ay ağır hapis, 20 ay hapis ve 216.666.666 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, mahsuba, tutukluluk halinin devamına, sahte kimlik belgelerinin dosyada delil olarak muhafazasına, kurusıkı tabancanın müsaderesine, yargılama giderine..." karar verilmiş; sanık müdafii tarafından temyiz edilen bu hükümler Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'nce incelenerek 19.01.2004 gün ve 5704-195 sayı ile; yağma ve sahtecilik suç¬larından kurulan hükümlerin onanmasına, dolandırıcılık suçundan kurulan hü¬kümle ilgili olarak da, hapis cezasının yanında yer alan ağır para cezasının "216.666.000" liraya indirilmesi suretiyle, hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir. Hükümler bu şekilde kesinleşmiştir.
5237 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girmesinden sonra hükümlünün cezasının infaz edildiği yer olan Muş Cumhuriyet Başsavcılığının 01.06.2005 gün ve 1054 ilm. sayılı yazı ile hükümlünün cezasının infazında ortaya çıkan te¬reddütlerin giderilmesini istemesi ve buna dayalı olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 01.06.2005 gün ve 784 sayı ile Ankara Ağır Ceza Mahke¬mesinden uyarlama kararı talep etmesi üzerine Ankara Altıncı Ağır Ceza Mah¬kemesince evrak üzerinde yapılan inceleme sonunda 05.07.2005 gün ve 403-24 EK sayı ile; "Sanık Murat'ın, mağdur Semih'e karşı suçu nedeniyle; 5237 sayılı Yasa'nın 149/a-d ve 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 4 ay hapis, mağdurlar Selçuk ve Namık'a karşı suçu nedeniyle; 5237 sayılı Yasa'nın 149/a-d ve 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 4 ay hapis cezaları ile cezalandırılmasına, 5237 sayılı Yasa'nın 53/11-2. maddesi gereğince, sürekli, süreli veya geçici kamu gö¬revinin üstlenilmesinden, seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasi hakları kullanmaktan, velayet, vesayet veya kayyımlık hizmetlerinde bulunmaktan, vakıf, dernek, sendika, şirket, kooperatif ve siyasi parti tüzel kişiliklerinin yöneticisi veya denetçisi olmaktan, bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşunun iznine tabi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmekten, işlemiş olduğu suç dolayısıyla mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar yoksun bırakılmasına, dolandırıcılık suçu yönünden, 765 sayılı Yasa'dan kurulan hüküm lehe olduğundan, eski kararın 10 ay hapis ve 216,67 YTL olarak aynen infazına, sahte kimlik kullanma suçu yönünden, 765 sayılı Yasa'dan kurulan hüküm lehe olduğundan, eski kararın 10 ay hapis cezası olarak aynen infazına, sanığın cezasının sonuç olarak; 16 yıl 28 ay hapis ve 216,67 YTL adli para cezası olarak infazına, mahsuba, kararın ilgililere teb¬liğine,..." karar verilmiştir.
Ek karar; hükümlünün kesinleşen davada vekaletname ile atadığı Av. Mehmet'e 29.08.2005 günü Tebligat Kanunu'nun 21. maddesi uyarınca teb¬liğ edilmiştir.
Bunun üzerine; Av. Mehmet tarafından 06.09.2005 tarihinde temyiz dilekçesi verilmiştir.
Aynı hüküm, 06.10.2005 tarihinde de, cezaevinde hükümlünün ken¬disine tebliğ olunmuştur. Tebliğ üzerine; 10.10.2005 tarihinde de, hükümlü Murat temyiz dilekçesi vermiştir.
Temyizlerin süresinde yapıldığı kabul edilerek düzenlenen bozma istekli tebligname üzerine; Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'nce 12.06.2006 gün ve 18471-5830 sayı ile;
"I- Hükümlü Murat hakkındaki kararlara yönelik temyiz isteminin incelenmesinde; 05.07.2005 tarihli ek kararın, hükümlü Murat savunmanına 29.08.2005 tarihinde tebliğ edilmesine karşın, 06.09.2005 gününde temyiz isteminde bulunduğunun anlaşılmasına göre, Murafın cezaevinde hükümlü olarak bulunması nedeniyle adli ara vermede sürenin işlemeye devam ettiğinin anlaşılması karşısında; kararın hükümlü savunmanına tebliğinden sonra ge¬reksiz yere sonradan hükümlü Murat'a tebliği de, savunmana tebliğiyle baş¬layan temyiz süresinin başlangıcını değiştirmeyeceğinden, yasal süre içinde temyiz başvurusunda bulunmayan hükümlü Murat ve savunmanının bu ko¬nudaki isteğinin, 5320 sayılı Yasa'nın 8/1. maddesi yollaması ile 1412 sayılı CMUK'nın 317. maddesi gereğince tebliğnameye aykırı olarak reddine,..." karar verilmiştir.
Bu karar üzerine; hükümlü Murat müdafii Av. Mehmet verdiği 05.09.2006 tarihli dilekçe ile temyizin süreden reddinin doğru olmadığı gerekçesiyle karar düzeltme talebinde bulunmuştur.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 04.01.2007 gün ve 234300 sayı ile;
İtiraza konu uyuşmazlık; esas itibariyle, ceza yargılamasında isteğe bağlı (avukatlık sözleşmesine dayanılarak) seçilmiş müdafiinin müvekkiline yapacağı hukuki yardımın hükmün kesinleşmesinden sonra, müvekkil tara¬fından açıkça kabul veya yasal bir görevlendirme ya da fiili olarak devam ettiğini gösteren bir uygulama bulunmadığı takdirde devam edip etmeyeceği hususudur.
5271 sayılı Yasa'da müdafii "şüpheli ve sanığın ceza muhakemesinde savunmasını yapan avukatı" (madde 2) şeklinde tanımlanmıştır. Yine aynı Yasa'nın 149. maddesinin 1. fıkrasında "Şüpheli ve sanık soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında bir veya birden fazla müdafiinin yardımından faydalanabilir". Maddede, "soruşturma ve kovuşturma" diyerek hukuki yar¬dımın muhakemenin tüm evresini kapsadığı belirtilmiştir. Ceza Muhake¬mesinde müdafii, şüpheli veya sanığın yardımcısı olarak kabul edilmektedir. Nitekim bunun sonucu olarak Tebligat Kanunu'nun 11/1. maddesinde vekil ile takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılacağı öngörülmüştür.
Ceza yargılamasında hükmün kesinleşmesinden sonra yeni bir görev¬lendirme olmadıkça hukuki yardımının devam edeceği konusunda mevzuatı¬mızda bir hüküm bulunmamaktadır. Özel hukukta vekalet sözleşmesinin kap¬samı ve sona ermesi Borçlar Yasası'nın 386 ila 397 ve HUMK'nın 62. mad¬desinde düzenlenmiştir.
Borçlar Kanunu'nun 386. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen vekalet sözleşmesi, öğretide "muayyen bir işin veya işlerin yapılması veya idaresini mevzuu edinen bir akit vekile başkasının menfaatine ve iradesine uygun olarak bir iş görme borcu yükleyen bir akit" olarak tanımlanmaktadır. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 163. maddesinde "avukatlık sözleşmesi" deyimiyle bunun avukat ile iş sahibi arasında vekalet sözleşmesinden ayrı, kendisine özgü bir "sözleşme" olarak kabul edilmiştir.
Vekalet sözleşmesinin sona ermesi, Borçlar Kanunu'nun 396 ve 397. maddesinde "azil", "istifa", "ölüm", "ehliyetsizlik" ve "iflas" olarak sayılmıştır.
Diğer yandan, davada vekaletnamenin kapsamı HUMK'nın 62. mad¬desinde belirtilmiştir. Bu madde hükmüne göre "vekaletnamede açıklık olmasa dahi vekil, hükmün kesinleşmesine kadar davanın takibi için gereken tüm işlemleri yapmaya yetkili sayılır. Hükmü icraya koyabilir, yargılama giderlerini tahsil edebilir.
1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun "avukatlık ücreti" başlığı altında düzenlenen 164. maddesi hükmüne göre ise "...avukatlık ücretinin karar-laştırılmamış olduğu veya taraflar arasında yazılı ücret sözleşmesinin bulun¬madığı yahut ücret sözleşmesinin belirgin olmadığı veya tartışmalı olduğu veya ücret sözleşmesinin ücrete ilişkin hükmünün geçersiz sayıldığı hallerde; değeri para ile ölçülebilen dava ve işlerde asgari ücret tarifelerinin altında olmamak koşuluyla ücret itirazlarını incelemeye yetkili merci tarafından davanın ka¬zanılan bölümü için avukatın emeğine göre ilamın kesinleştiği tarihteki müddeabihin değerinin yüzde onu ile yüzde yirmisi arasında bir miktar avukatlık ücreti olarak belirlenir..." şeklinde düzenlemeyle ücret sözleşmesinin bulunmadığı durumlarda hükmün kesinleştiği tarihteki dava olunan değerinin esas alınacağı kabul edilmiştir.
Görüldüğü gibi, HUMK'nın 62. maddesine göre avukat, hükmün kesin¬leşmesine kadar dava ile ilgili her türlü işlemi yapabilir. Hükmün kesin¬leşmesinden sonra hukuk davalarının doğal sonucu olarak icra ile ilgili işlemleri yapabileceğinin belirtilmesi ceza yargılamasında Cumhuriyet Savcısı'nın görev ve sorumluluk alanına giren infaza ilişkin işlemlerden sorumlu tutulmasını gerektirmez. Öte yandan, ceza yargılamasında vekalet ilişkisine dayanılarak hukuki yardımda bulunan müdafiinin hükmedilen cezanın kesinleşmesinden sonra avukatlık sözleşmesine dayanılarak infazla ilgili dilekçe vermesi fiili olarak vekalet sözleşmesinin devam ettiğini göstermez.
Ayrıca, ceza muhakemesinde zorunlu müdafilik dışındaki sanık avukat ilişkisi, hukuki yardım esasına dayanan kendine özgü avukatlık sözleşmesidir. Bu ilişkinin sona ermesi hakkında genel ilkelerden ayrılmayı gerektiren bir düzenleme mevcut değildir. Aksine kabulde hükümler için telafisi olanaksız zararlar doğabilecek gibi avukatlık sözleşmesine dayanılarak ceza yargılamasında hukuki yardımda bulunan müdafii için de katlanılması zor olan ve avukatlık sözleşmesinin ruhuna aykırı yükümlülükler doğuracağı bir aşikardır.
Bilindiği üzere, uygulamada ceza yargılamasına konu hüküm kesin¬leştikten sonra müdafi ile sanık arasında fiili irtibat sona ermekte, hatta bazen de menfaat çatışması ortaya çıkmaktadır. Böyle bir ortamda sanıkla avukat arasındaki vekalet ilişkisinin açık bir kabul ya da fiili olarak devam ettiğini gösteren bir uygulamaya rastlanılmaması halinde sözleşmeye konu işin hu¬kuken neticelenmesine sona erdiğinin kabulü gerekir.
Konu hakkında Yargıtay'ın bazı özel daireleri tarafından aşağıda açık¬landığı gibi irdelenip karar verildiği gözlemlenmiştir.
Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi 17.07.2006 gün 2006/5179-13861 sayılı ilamında özetle şu görüşlere yer verilmiştir. "...Mahkemece verilen ek kararın müdafie tebliğin hukuken geçerliliği, irdelenmesi ve çözülmesi gereken öncelikli bir sorundur. Müdafiinin ceza davalarında müvekkiline yapacağı hukuki yardımın ne zaman sona ereceğini belirlediğimizde sorunun giderilmesi de olanaklı hale gelecektir. Mahkumiyet kararları kesinleştikten sonra, hükmün infazı aşamasına geçilmektedir. Kararda yer alan cezanın infazı Cumhuriyet Savcısı tarafından izlenir ve denetlenir. Avukatın yeni bir vekalet akdi ya da yasal görevlendirme olmadıkça bu aşamada da görevinin devam edeceğine ilişkin bir yasa hükmü bulunmamaktadır. Bir başka değişle, avukatın hukuki yardımı ceza yargılamasını sonuçlandıran kararın kesinleşmesiyle sona er¬mektedir..." Aynı doğrultuda Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi 20.11.2006 günlü 2006/6647-9220 sayılı ilamında "...hükmün kesinleşmesiyle vekalet ilişkisinin sona erdiği ve bu nedenle ek kararı ile ilgili vekalet ilişkisinin devam edip etmeyeceği belli olmayan hükümlü müdafiinin yapılan tebligatın temyize esas alınamayacağını..." belirtmiştir.
Buna karşılık Yargıtay Birinci Ceza Dairesi 13.11.2006 günlü 2006/665-4873 sayılı ilamında uyarlama sonucu verilen ek kararın kesinleşen hükümle ilgili yargılamanın sonuçlarına bağlı olduğu cihetle yoklukta verilen hükmün ilk yargılamada vekil olarak hukuki yardımda bulunan ve halen vekaleti devam eden hükümlü vekiline tebliği gerekirken aynı adreste oturan annesine yapılan tebligatı geçersiz sayarak temyiz yasa yolunu kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Öğretide de müdafiin görevinin istek üzerine, kendiliğinden (ölüm vs.) ve kovuşturmanın bitmesiyle sona ereceği kabul edilmektedir. Kovuşturma davaya son veren kararın kesinleşmesiyle biter. Kovuşturmaya son veren karar ise "beraat, ceza verilmesine yer olmadığına, mahkumiyet, güvenlik tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi ve düşmesi" kararlarıdır. (CMK m. 223) (Krş. Nur Başar Centel, Ceza Hukukunda Müdafii, s. 106)
Somut olayda, hükümlü Murat hakkındaki Ankara Altıncı Ağır Ceza Mahkemesi'nin 27.01.2003 tarihli mahkumiyet hükmü Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'nin 19.01.2004 tarihli kararı onanarak kesinleşmiştir. Bu aşamadan sonra, 5237 sayılı TCK'nın yürürlüğe girmesiyle birlikte Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 5237 sayılı Kanun'un 7. maddesinin 2. fıkrası ve 5252 sayılı Kanun'un 9. maddesinin 3. fıkrası uyarınca lehe kanun değerlendirilmesi yapılması talebi üzerine dosya üzerinden 05.07.2005 günlü ek kararı ile kesin yargı haline gelmiş hükümde değişiklik yapılmış ve anılan karar ilk ceza yargılamasında sanığa hukuki yardımda bulunan Avukat Mehmet'e tebliğ edilmiştir. Adı geçen avukat, yasal süre geçtikten sonra hükmü temyiz etmiş, Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi ise, bu istemi süre yönünden reddetmiştir.
Yukarıda açıklanmaya çalışıldığı üzere, hükümlünün kesinleşen davada avukatlığını yapan Avukat Mehmet'in görevi, anılan davanın kesinleşmesi ile sona ermiştir. Anılan avukatın yasal temyiz süresinden sonra yaptığı başvuru, vekalet ilişkisinin ve dolayısıyla isteğe bağlı müdafilik görevinin devam ettiğini göstermemektedir. Zira bu temyiz başvurusu olgusu dışında dosyada hükümlü Murat'ın avukat ile vekalet ilişkisinin devam ettiğine ilişkin açıkça bir kabul ve görevlendirmesinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekten bu başvurudan sonra ek karar hükümlüye tebliğ edilmiş ve hükümlü tarafından kararın tebliğinden bir gün sonra temyiz başvurusunda bulunulmuştur.
Bu açıklamalar ışığında; hükümlü Murat'ın temyiz başvurusu kabul edilerek hakkında esastan bir karar verilmesi gerekir iken, yazılı biçimde karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu kanaatine varılmıştır." açıklamasıyla; "Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'nin 12.06.2006 gün ve 2005/18471, 2006/5830 sayılı, hükümlü Murat hakkındaki kararının kaldırılmasına, dosyanın tebliğname doğrultusunda esastan incelenmek üzere Dairesine gönderilmesine karar verilmesi..." itiraz yoluyla talep edilmiştir.
Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığı'na gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.
Görüldüğü gibi; Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık esas itibarıyla, ceza davalarında, avukat ile müvekkili ara¬sındaki vekaletnameye dayalı avukatlık sözleşmesinin ne zamana kadar geçerli olduğuna ilişkindir.
İtirazın kapsamına göre; Ceza Genel Kurulu'ndaki inceleme hükümlü Murat hakkındaki hükümlere hasren yapılmıştır.
Somut olayda; Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'nin 19.01.2004 gün ve 5704-195 sayılı onama ve düzelterek onama kararları ile kesinleşen Murat hakkındaki hükümler; 01.06.2005 tarihinde yapılan yasa değişiklikleri sonrası; infaz savcısı ve yerel Cumhuriyet savcısının talep etmesiyle uyarlama yar¬gılaması için yeniden ele alınmış, duruşmasız yapılan yargılama sonunda Ankara Altıncı Ağır Ceza Mahkemesi'nce 05.07.2005 gün ve 403-24 Ek sayı ile yeni bir hüküm kurulmuştur. Murat, kesinleşen yargılama sırasında kendisini bir avukata temsil ettirdiği için ek karar öncelikle, adli tatil içerisinde 29.08.2005 günü Av. Mehmet'e Tebligat Kanunu'nun 21. maddesi gereğince tebliğ edilmiştir. Av. Mehmet 7 günlük yasal sürenin geçmesinin ardından, 8. güne denk gelen 06.09.2005 tarihinde temyiz dilekçesi vermiştir. Açık bir sebebi bulunmamakla birlikte, aynı hüküm bu kez 06.10.2005 tarihinde, bu suçlardan hükümlü olarak cezaevinde bulunan Murat'a tebliğ edilmiştir. Murat ise, avukatından bağımsız olarak 10.10.2005 tarihinde ayrı bir temyiz dilekçesi vermiştir. Bu aşamadan sonra temyiz dilekçesinin süresinde olduğunu kabul eden tebliğnamenin aksine, Özel Dairece; vekil bulunan dosyalarda vekile yapılan tebligatla sürenin başlayacağı belirtilmiş, bu nedenle de temyiz iste¬minin süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir. Yargıtay C.Başsavcılığı itirazı ise, ilk hükmün kesinleşmesiyle birlikte; avukat ile sanık arasındaki ilişkinin son bulduğuna, bu nedenle tebligatın hükümlüye yapılması gerek¬tiğine, dolayısıyla da hükümlünün kendisine yapılan tebligat üzerine süresinde verdiği temyiz dilekçesi nedeniyle temyiz incelemesi yapılması lüzumuna ilişkindir.
İlk bakışta, sorunun sadece temyiz süresinin ne zaman başlayacağına ilişkin olduğu zannı oluşabiliyorsa da; bu sorunun çözülebilmesi için başka birtakım sorulara yanıt verilmesi gerekmektedir.
Dosya incelendiğinde; birden çok geceleyin yağma, dolandırıcılık ve sahte kimlik düzenleyerek kullanma suçlarından haklarında soruşturma yapılan hükümlü Murafın henüz şüpheli konumunda olduğu aşamada kendisine bir müdafi atandığı görülmektedir. Gürbüz isimli bu avukat, sadece kolluktaki 23.01.2000 tarihli savunma sırasında hazır bulunmuş, sonraki aşamalara iştirak etmemiştir. Hakkında dava açılan ve artık sanık olan Murat, ilk yargılama sırasında yeni bir avukat tutmamıştır. İlk yargılama bu şekilde 22.05.2000 tarihinde bitmiş ve karar verilmiştir. Bu aşamada sanık 29.05.2000 tarihli vekaletname ile Av. Ünal ve Av. Mehmet'e vekillik yetkisi vermiştir. Av. Ünal ilk olarak 02.08.2000 tarihinde temyiz dilekçesi vermiş, bundan sonra da birçok dilekçe ile yargılama sürecine iştirak etmiştir. Nitekim, ilk hüküm Yargıtay'da bozulmuş ve bozmadan sonraki 08.11.2000 tarihli duruşmadan itibaren yargılama sürecine Av. Mehmet de katılmaya başlamıştır. Av. Mehmet, bu tarihten sonra gerek duruşmalara katılarak, gerekse dilekçeler vermek suretiyle hüküm kesinleşinceye kadar, kesintisiz olarak vekaletnameye dayalı savunmanlık görevini sürdürmüştür. Murat tarafından, Av. Mehmefe verilen vekaletnamedeki yetkiler oldukça geniştir. Söz konusu yetkiler; yeni¬den yargılama talebinde bulunma ve karar düzelttirilmesi dahil hemen hemen tüm yargılama faaliyetlerini kapsar şekilde ve süresizdir.
Genel Kurul'daki görüşmeler sırasında ilk olarak Av. Mehmete yapılan tebligatın adli tatil içerisinde yapılmış olması gündeme gelmiştir. Bilindiği üzere bu konu 1412 sayılı Yasa'nın 423. ve 5271 sayılı Yasa'nın 331. maddelerinde düzenlenmiştir. Gerek bu yasalarda olsun, gerekse 14.02.1934 gün ve 47/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında olsun, adli tatil içerisinde yapılan teb¬ligatların geçerli olacağı, fakat sürelerin işlemeyeceği kabul edilmiştir. Bununla birlikte; adli tatilde görülen işlerde sürelerin işleyeceği Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 27.05.2003 gün ve 161-162 ve 26.04.1993 gün ve 53-125 sayılı kararlarında olduğu gibi, benzer kararlarında da açıkça ortaya konulmuştur. Bu durumda, somut olayda vekile yapılan tebligat (29.08.2005) günlü olup, adli tatil içerisindedir. Temyiz tarihi ise adli tatilin bittiği 06.09.2005 tarihine tesadüf etmektedir. Yargılamaya konu suçtan hükümlü ve bu nedenle cezaevinde olduğu anlaşılan Murat'ın durumu değerlendirildiğinde, hakkındaki yar¬gılamanın adli tatil içerisinde görülebilecek işlerden sayılabileceği konusunda Genel Kurul'da bir tereddüt oluşmamıştır. Bu itibarla; sürelerin işlemesine bir engel bulunmadığından, temyiz süresinin son günü 05.09.2005'tir. Dolayısıyla, Av. Mehmet'in temyiz dilekçesinin yasal süreden sonra verildiği kabul edil¬miştir.
Bu aşamada; asıl uyuşmazlığa geçilmeden önce Av. Mehmet'e 7201 sayılı Tebligat Yasası'nın 21. maddesine göre yapılan tebligatın geçerli olup olmadığı konusu, Yargıtay İç Yönetmeliği'nin 27. maddesi uyarınca ön sorun yapılmış ve öncelikle bu konu görüşülmüştür.
Ön sorunla ilgili olarak yapılan incelemede:
Tebligatın Av. Mehmet'e, 7201 sayılı Tebligat Yasası'nın 21. maddesine göre yapıldığı görülmektedir. 21. maddeye göre tebligat yapılırken, bu maddede yazılı olan usule olduğu kadar, Tebligat Tüzüğü'nün 28. maddesinde yazılı olan usule de uyulması zorunludur. Her iki düzenlemeye bakıldığında; Tebligat Yasası'nın 21. maddesinin başlığının "Tebliğ imkansızlığı ve tebel¬lüğden imtina" olduğu görülmektedir. Madde metni ise şu şekildedir:
"Madde 21- (Değişik madde: 06/06/1985 - 3220/7 md.) Ken¬disine tebligat yapılacak kimse veya yukarıdaki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimselerden hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebel¬lüğden imtina ederse, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza mukabilinde teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tanhi sayılır.
(Ek fıkra: 19/03/2003 - 4829 S.K./5. md.) Muhtar, ihtiyar heyeti azaları, zabıta amir ve memurları yukarıdaki fıkra uyarınca kendilerine teslim edilen evrakı kabule mecburdurlar."
Başlığı "Tebliğ imkansızlığı" olan Tebligat Tüzüğü'nün 28. maddesinde ise şöyle bir düzenleme yer almaktadır:
'Madde 28- (Değişik fıkra: 05/10/1987 - 87/12170 K.) Muha¬tap veya muhatap adına tebliğ yapılabilecek olanlardan hiçbiri gösterilen adreste bulunmazsa, tebliğ memurunun, adreste bulunmama sebebini bilmesi muhtemel komşu, yönetici, kapıcı, muhtar, ihtiyar kurulu veya meclisi üyeleri, zabıta amir ve memurlanndan tahkik ederek beyanlarını tebliğ tutanağına yazıp altını imzalatması, imzadan çekinmeleri halinde bu durumu yazarak imzalaması gerekir.
(Değişik fıkra: 05/10/1987 - 87/12170 K.) Muhatap ölmüşse veya gösterilen adresten devamlı olarak ayrılmış ve yeni adresi de tebliğ memurunca tespit edilmemişse, tebliğ evrakı, çıkaran mercie geri gönderilir.
Yeni adres tebliğ memuru tarafından tespit edilmiş ise, bu adres tebliğ mazbatasındaki mahsus yerine ve tebliğ evrakındaki adresin bulunduğu tarafa yazılır.
Bu halde;
A)Yeni adres, tebliğ memurunun tevzi bölgesi dahilinde bulunduğu takdirde tebligat o adrese yapılır.
B)Yeni adres, aynı PTT merkezinin diğer bir tevzi bölgesinde veya başka bir PTT merkezinin mıntıkası içinde bulunursa, tebliğ evrakı yeni adreste tebliğinin temini için tebliğ memuru tarafından bağlı olduğu merkeze iade olunur.
Tebligat evrakında yazılı tarihe kadar 12. maddede gösterilen müd¬detlerden daha az bir zaman kalmış veya yeni adres yabancı bir memlekete ait ise, PTT merkezi tebliğ evrakını tebligatı çıkaran mercie geri gönderir.
Muhatap ve onun yerine tebligat yapılacak kimseler, o adreste bu¬lundukları halde tebliğin yapılacağı sırada orada mevcut değillerse 30. mad¬deye göre muamele yapılır."
Tüzüğün 29. maddesinin başlığı "Tebellüğden imtina", 30. maddesinin başlığı "Tebliğ imkansızlığı ve tebellüğden imtina halinde yapılacak muamele", 31. maddesinin başlığı ise, "Tebliğ evrakının saklanması ve ihbarnamenin talik müddeti"dir. Maddelerin içeriği ise şu şekildedir:
Madde 29- Kendisine tebliğ yapılacak kimse veya yukarıki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimseler tebellüğden imtina ederlerse 30. maddeye göre muamele yapılır.
Madde 30- 28. maddenin son fıkrasında ve 29. maddede zikredilen ahvalde tebliğ memuru, tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti veya meclisi azasından birine veyahut zabıta amir veya memuruna imza mukabilinde teslim eder.
(Değişik fıkra: 05/10/1987 - 87/12170 K.) Tebliğ memuru, Tüzüğe ekli 2 numaralı örneğe uygun olarak düzenlenen ihbarnameyi, gösterilen adresteki kapıya yapıştırır. Durumu, muhataba duyurmasını mümkünse en yakın kom¬şularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirir.
İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır.
Madde 31- Yukarıdaki maddenin 1. fıkrasında zikredilen kimseler, kendilerine teslim edilen tebliğ evrakını, 3 ay saklamakla mükelleftirler. Tebliğ evrakı muayyen müddeti ihtiva ederse, mezkur evrak ihtiva ettiği müddetin bitiminden itibaren 3 ay daha saklanır.
Yukarıki maddede yazılı ihbarname kapıya yapışmış olarak 10 gün kalır."
Yasal düzenlemeden de fark edileceği üzere; Yasa'nın 21. maddesinde açıkça ifade edilmese bile, Tüzüğün 28. maddesine göre; tebliğ memurunun, adreste bulunmama sebebini bilmesi muhtemel komşu, yönetici, kapıcı, muhtar, ihtiyar kurulu veya meclisi üyeleri, zabıta amir ve memurlarından tahkik ederek beyanlarını tebliğ tutanağına yazıp altını imzalatması, imzadan çekinmeleri halinde bu durumu yazarak imzalaması gerekir. Yine, muhatap ölmüşse veya gösterilen adresten devamlı olarak ayrılmış ve yeni adresi de tebliğ memurunca tespit edilmemişse, tebliğ evrakı, çıkaran mercie geri gönderilir.
Bu husus yargısal kararlara da konu olmuştur. Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 16.03.1999 gün ve 30-40 sayılı kararında; Tüzüğün 28. mad¬desinin ilk fıkrasında düzenlenen "adresten uzun süreli ayrılmalarda" yukarıda belirtilen usulün uygulanması, dolayısıyla ilgililerin beyanlarının da tutanağa yazılmasının gerekli olduğu; buna karşılık, Tüzüğün 28. maddesinin son fıkrasında düzenlenen "sadece tevziat esnasında orada bulunmama" halinde ise Tüzüğün 30. maddesindeki usule göre, komşuya haber verilip, tutanak kapıya yapıştırıldıktan sonra, tebligatın muhtara bırakılmasının yeterli olduğu kabul edilmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 02.07.2002 gün ve 154-282 sayılı kararı da bu ikinci durumla ilgilidir.
Tebliğ mazbatasında; tebligatın 21. maddeye göre yapıldığı, bu kap¬samda, kendisine tebliğ yapılacak olan avukatın komşusu Dursun'a haber verildiği ve tebligat evrakının mahalle muhtarı Hamza'ya teslim edilerek kapıya da yapıştırıldığı yazılıdır. Tüm bu işlemler, 29.08.2005 tarihinde yapılmıştır. Tebligatın yapıldığı yer avukatlık bürosu olup, avukatın tevziatın yapıldığı sırada geçici olarak büroda bulunmadığı bellidir. Şu halde, Tüzüğün 30. maddesindeki usule göre, komşuya haber verilip, tutanağın kapıya yapış¬tırılması ve tebligatın muhtara bırakılması yeterli olduğundan, yapılan tebligat geçerlidir.
Ön sorunla ilgili olarak 06.02.2007 tarihli ilk müzakerede gerekli oy çoğunluğu sağlanamadığı için, karar 06.03.2007 tarihli ikinci görüşmede oybirliği ile verilmiş ve Tebligat Yasası'nın 21. maddesince yapılan tebligat geçerli sayılarak, diğer sorunlarla ilgili görüşmelere geçilmiştir.
5271 sayılı Yasa'nın 37. maddesi gereğince; ceza işlerinde tebligat esas itibarıyla Ceza Yargılaması Usulü Yasası'na göre yapılır. Burada hüküm bulunmayan hallerde ise, ilgili yasa olan Tebligat Yasası hükümleri uygu¬lanacaktır.
Gıyapta verilen kararların tebliği gereklidir. Süreler tebellüğ ile birlikte işlemeye başlayacağından, tebligatın kime yapılacağı konusu önem arz et¬mektedir. Hangi hallerde tebligatın kime yapılması gerektiği, 7201 sayılı Tebligat Yasası'nda ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Bunların içerisinde, konu¬muzu ilgilendiren düzenleme Tebligat Yasası'nın 11. maddesidir. Madde aynen şu şekildedir:
"Vekile ve kanuni mümessile tebligat:
Madde 11- (Değişik fıkra: 06/06/1985 - 3220/5 md.) Vekil vası¬tasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun, karariann sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.
Kanuni mümessilleri bulunanlara veya bulunması gerekenlere yapılacak tebligat, kanunlara göre bizzat kendilerine yapılması icabetmedikçe bu mü¬messil/ere yapılır.
Buna bağlı olarak Tebligat Tüzüğü'nün 15. ve 16. maddeleri de şu şekildedir:
"Vekile tebligat:
Madde 15- {Değiş/k madde: 05/10/1987 - 87/12170 K.)
Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde, Ceza Muhakemeleri Usulü Ka¬nunu'nun kararların sanıklara tebliğ edilmelerine dair hükümleri saklı kalmak üzere, tebliğ, vekile yapılır.
Vekil birden çoksa, tebliğin bunlardan birine yapılması yeterlidir. Birden çok vekile tebliğ yapılmışsa ilkine yapılan tebliğin tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır.
Kanuni mümessile tebligat:
Madde 16- Tebligat, kanuni mümessili bulunanların mümessillerine yapılır.
Kanuni mümessili olmayıp da bulunması gerekenlere usulü dairesinde kanuni mümessil tayini cihetine gidilir.
Kanunlara göre, kanuni mümessili bulunanların bizzat kendilerine tebligat yapılması icap ederse, mümessile tebligat yapılamaz."
Bu düzenlemeler karşısında, vekil vasıtasıyla temsil edilen işlerde teb¬ligatın vekile yapılması gerektiği açıktır. Yerleşik yargısal kararlar da bu yön¬dedir. Ancak, vekile tebligatın yapılamaması nedeniyle ortaya çıkacak olan zorunlu hallerde asıla da tebligat yapılabileceği kabul edilmektedir. (YCGK 06.11.1989/268-338; YHGK 22.01.2003/25-7; YCGK 26.04.1993/53-125; YCGK 05.03.1979/41-106)
Halen cezaevinde hükümlü bulunan ve hükümlü bulunduğu suçtan aldığı cezanın miktarına bakıldığında kendisine bir vasi atanması gereken hükümlüye tebligatın, Tebligat Yasası'nın 11. maddesinin 2. fıkrası ile Tebligat Tüzüğü'nün 16. maddesi gereğince vasi (yasal temsilci) aracılığıyla yapılmamış olması ise bir sorun olarak görülmemiştir.
Şu halde; uyuşmazlık Av. Mehmet ile hükümlü Murat arasındaki temsil ilişkisinin devam edip etmediği noktasında düğümlenmiştir.
İtiraz yazısında öne çıkarılan husus da bu konu ile ilgilidir. Bu kapsamda öncelikle ilişkisinin mahiyetini ortaya koymakta yarar vardır.
Bilindiği gibi 5271 sayılı Yasa'ya göre; bir ceza davasında avukat ile şüpheli, sanık veya hükümlü arasında iki yöntemden birisi ile ilişki kurulabilir. Bunlardan birincisi, koşulları oluştuğunda yasa gereği baroca avukat atan¬masıdır. İkincisi ise, şüpheli, sanık veya hükümlünün vekaletname ile avukat tayin etmesidir. 1412 sayılı Yasa döneminde, birinci şekilde görevlendirilen avukata müdafi, ikinci şekilde görevlendirilen avukata ise vekil denilmekte idi. 5271 sayılı Yasa bu ikili ayrımı kaldırmış ve usulün 2. maddesinin c fıkrasında bunların her ikisi de müdafi olarak tanımlanmıştır. Buna karşın; birinci durumda bir görevlendirme, ikinci durumda ise sözleşmeden kaynaklanan ilişki söz konusudur. Bu yönüyle iki kurum, görevin başlaması, yürütülmesi, sona ermesi, ücret gibi konularda farklılıklar arz etmektedir.
Bizim konumuzu bunlardan ikincisi oluşturmaktadır. O yüzden birincisi üzerinde durulmayacaktır.
Sözleşme ile kurulan ilişkide; avukat, vekil eden tarafından yurt içinde noterde düzenlenen bir vekaletname ile yetkilendirilmektedir. Bu nedenle, aslında söz konusu ilişkinin temelinde Borçlar Yasası'nın 386. vd. maddelerinde düzenlenmiş olan "vekalet sözleşmesinin" bulunduğu söylenebilir. Fakat, Avukatlık Yasası ile, "Avukatlık Sözleşmesi" adı altında farklı bir söz¬leşme türü ihdas edilmiştir. Avukatlık sözleşmesi, vekalet sözleşmesine benzemekle birlikte aynısı değildir. Avukatlık Yasası'nın 163. maddesine göre; "avukatlık sözleşmesi serbestçe düzenlenir. Avukatlık sözleşmesinin belli bir hukuki yardımı ve meblağı yahut değeri kapsaması gerekir. Yazılı olmayan anlaşmalar, genel hükümlere göre ispatlanır. Yasaya aykırı olmayan şarta bağlı sözleşmeler geçerlidir." Görüldüğü gibi, düzenleme "Avukatlık Sözleş¬mesi" adı altında yeni bir sözleşme türü ihdas etmekle birlikte, bu sözleşmeyi yeterince tanımlamamıştır.
Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için; "Avukatlık Sözleşmesinin ihdas edilmesi sürecini kısaca gözden geçirmek gerekecektir: 1924 yılında yürürlüğe giren 460 sayılı Muhammat Yasası'nda, 1938 yılında yürürlüğe giren 3499 sayılı Avukatlık Yasası'nda ve 1969 yılında yürürlüğe giren 1136 sayılı Avukatlık Yasası'nda bu konuda bir tanım ve düzenleme yoktur. 1136 sayılı Yasa'nın 164. maddesinde sadece "ücret sözleşmesi" ibaresi geçmekte olup, bunun da avukatlık sözleşmesini tanımlayan, sözleşmenin niteliklerini ortaya koyan bir yanı bulunmamakta idi. Uygulamada karşılaşılan aksaklıklar nedeniyle konu bilimsel yapıtlarda ele alınmış ve tartışılmıştır. Tartışmaların da etkisiyle Avukatlık Yasası'nda yapılacak değişiklikler arasına bu konu da alınmıştır. Avukatlık Yasası'nda Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa Tasarısının Genel Gerekçesinde, avukatlık sözleşmesi için, "bir başka düzenleme de avukatın sunduğu hukuki yardımın yapılması ve işlevi konusundadır. Bu hizmet artık Borçlar Yasası'ndaki klasik vekalet akdinin sınırlarını aşmıştır. Mimarlık sözleşmesi ve benzeri sözleşmelerde olduğu gibi, tamamen sui generis (kendine özgü) karakterde ve bütünüyle yeni olan bir "avukatlık sözleşmesi" olarak ihdas edilmiştir." açıklaması yapılmıştır. (Av. Semih Güner; Avukatlık Hukuku, Ankara-2007, s. 196-197)
Avukatlık Yasası'nda sözleşmenin adının konulmuş; fakat, yeterince tanımlanmamış olmasının bir nedeninin de, sözleşmenin mahiyetine ve özelliklerine ilişkin tartışmaların oluşum sürecine katkı sağlayacağı düşüncesi olduğu öğretide belirtilmektedir.
Şu halde; avukatlık sözleşmesinin henüz tam anlamıyla tanımlanmadığı ortada ise de; Borçlar Yasası'nda yer alan vekalet sözleşmesinden farklı bir sözleşme olduğu kesindir. Nitekim bu iki sözleşme arasında; ücret yönünden, biçimsel yönden, kişi yönünden, tarafların yükümlülükleri yönünden, işe son verme ve işten çekilme yönünden, tazminat isteklerinde zamanaşımı süreleri yönünden ve yorum ilkelerindeki kurallar yönünden ciddi farklılıklar bulunduğu öğreti tarafından da kabul edilmektedir. Buna göre; "Avukatlık Sözleşmesi" her iki tarafa borç yükleyen, belli bir hukuki yardımı veya bir hizmetin yapılmasını konu edinen, kendine özgü kuralları olan (sui generis), tekel hakkına sahip kişilerce yapılabilecek ve ücret karşılığı yapılabilen ivazlı bir sözleşmedir. (Av. Semih Güner; Avukatlık Hukuku, Ankara-2007, s. 198-207)
Bu nedenle, avukat ile müvekkili arasındaki ilişkinin sona ermesini Vekalet Sözleşmesi'ne göre izah etmemiz mümkün görünmemektedir.
Ülkemizdeki uygulamada, avukatlık sözleşmesinin uygulanabilir hale gelmesi için, öncelikle bir vekaletnamenin varlığı gerekmektedir. Bu vekaletname yurtiçinde noterlerce düzenlenmektedir. Bir kısım yargı kararlarında da bahsedildiği gibi, avukatlık sözleşmesi gereğince avukatın göreve başlaması için bu genel vekaletten sonra, ayrıca özel bir talimat gerekmektedir. Uygu¬lamamızda çok büyük bir ekseriyetle vekaletnameler süresiz olarak veril¬mektedir. Yasalarımızda da, bunu sınırlayan herhangi bir hüküm yoktur. Bu nedenle, avukatlık sözleşmesinin uygulamaya geçirilebilmesi için özel bir ta¬limat aranmalıdır görüşü oldukça isabetlidir. Şu halde; bir kişi herhangi bir avukata, o an için yaptıracak bir işi olmasa dahi vekaletname verebilir. Ancak, ileride avukat tarafından yapılacak bir iş olduğunda özel bir talimat verir ve o işin yapılmasını avukattan ister. Avukat, vekaletnameyi kabul etmiş olduğu halde, bu işi yapmayı kabul edip, etmemekte özgürdür. Ancak kabul ettiği takdirde, avukat ile vekalet veren arasında avukatlık sözleşmesi kurulmuş olur. Bu sözleşme çerçevesinde herhangi bir şekille bağlı kalınmadan ücret vs.ye ilişkin anlaşmalar yapılabilir. Sözleşmenin başlayacağı, biteceği aşamaların ve diğer ayrıntıların yazılı bir sözleşme ile ya da başka biçimlerde belirlenmiş olması halinde, sözleşmenin ne zaman başladığını veya ne zaman bittiğini tespitte bir sorunla karşılaşılmayacaktır. Sorun, aradaki sözleşmenin ayrıntıları kapsamadığı ya da kapsasa dahi bunun ispat edilemediği durumlarda ortaya çıkacaktır. Dosyamızdaki uyuşmazlık da daha çok böyle bir durumla ilgilidir. Bu durumda; avukatlık sözleşmesi ile ilgili genel hükümlere gitmek ya da bu konuya ilişkin genel bağlayıcı kurallar belirlemek gerekecektir.
Avukatlık sözleşmesinin özel bir talimatla başlayacağı belirtilmişti; o halde, avukatlık sözleşmesi ne zaman sona erecektir. Yanıtlanması gereken en önemli soru budur. Zira bu sorunun cevabı, büyük ölçüde üzerinde durulan meseleyi çözebilecektir. Avukatlık sözleşmesinin ne zaman biteceği mevzuatta açıkça düzenlenmemiştir. Fakat, öğretide ve yargısal kararlarda genel olarak, vekalet sözleşmesini de sona erdiren ölüm, istifa, azil, vekilin ehliyetlerinin ortadan kalkması, iflas, gaiplik, avukatın işten veya meslekten çıkarılması gibi sınırlayamayacağımız sayıda sebeple avukatlık sözleşmesinin son bulabileceği kabul edilmektedir. Bu ve benzeri durumların bulunması halinde dahi, sözleşmenin bittiği zamanın tespiti o kadar zor olmayacaktır. Zira, dosyadaki uyuşmazlık da bu şekilde sona erme ile ilgili değildir. Asıl zorluk, bu du¬rumlardan birisi bulunmadığında sözleşmenin ne zaman bittiğini belirleme noktasında çıkmaktadır.
Müvekkil herhangi bir suç işlemiş, bu suçla ilgili soruşturma başlatılmış ve bu aşamada noterden düzenlediği vekaletname ile avukatı "müdafi" olarak tayin etmiştir. Avukat da müdafi sıfatıyla soruşturma aşamasında savunma faaliyetini yürütmüş, kovuşturma aşamasında da görev yapmıştır. Böyle bir durumda, sözleşmenin açıkça sona erdiğini gösteren bir neden yoksa, avu¬katlık sözleşmesi sonsuza dek sürecek midir ya da belli bir zamanda bitmesi mi gereklidir? Çözülmesi gereken problem budur. Zira bu problem çözül¬düğünde, tebligatın hangi aşamada kime yapılacağı hususundaki temel sorun da giderilmiş olacaktır.
Avukatlık Yasası'nın 171. maddesinde (02.05.2001-4667/83 ile değişik) ''Avukat üzerine aldığı işi kanun hükümlerine göre ve yazılı sözleşme olmasa bile sonuna kadar takip eder." şeklinde bir düzenleme bulunmaktadır. Bu düzenlemeden çıkan sonuç şudur; avukat vekalet sözleşmesi son bulana kadar değil, iş (yani avukatlık sözleşmesi) son bulana kadar takiple mükelleftir. Öyleyse, yazılı sözleşme bulunmayan hallerde "işin sonu" ne zamandır. Bu sorunun yanıtı, hukuk yargılamasında ve ceza yargılamasında farklıdır. Hukuk Usulü Muhakemesi Yasası'nın 62. maddesinde; "Kanunen salahiyeti mahsusa itasına mütevakkıf hususlar müstesna olmak üzere vekalet, hüküm katiyet kesbedinceye kadar davanın takibi için icap eden bilumum muameleleri ifaya ve hükmün icrasına ve masarifi muhakemenin tahsiliyle bundan dolayı makbuz itasına ve kendisi aleyhinde de işbu muamelatın kaffesinin ifa edi¬lebilmesine mezuniyeti mutazammındır." denilmek suretiyle, avukatla vekil arasındaki sözleşmenin hükmün icrası aşamasında dahi devam edeceği dü¬zenlenmiştir. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 02.07.2003 gün ve 442-445 sayılı kararı başta olmak üzere, aynı konuyu vurgulayan çok sayıda yargısal karar bulunmaktadır. Bunlara göre; kesinleşen hükümde taraf kendisini vekille temsil ettirmişse ve bu husus ilamdan anlaşılıyorsa, ilamın infazı işlemlerinde tebligatın bu vekile yapılması zorunludur. Buna rağmen; hukuk davalarında dahi, ilamların infazı aşamasında cezai sonuç doğuracak tebligatların vekile değil asile yapılması gerektiği bir kısım kararlarda vurgulanmaktadır (Yargıtay Sekizinci Ceza Dairesi 26.01.1993 gün 297-1133). Ceza yargılamasında ilamların infazı işlemlerinin devlet tekelinde ve genel olarak Cumhuriyet Savcısı tarafından yürütüldüğü düşünüldüğünde, cezadaki durumun hukuktakinden daha farklı olması gerektiği ortadadır.
O halde, ceza yargılamasında durum ne olmalıdır? Avukatlık Yasası'nın 171. maddesinden biraz önce bahsedilmiş ve avukatın işi sonuna kadar takip etmesi gerektiğinin belirtildiği vurgulanmıştı. Şimdi, o soruyu tekrar sormak gerekir; ceza yargılamasında "işin sonu" denildiğinde ne anlaşılmalıdır?
Bu konuda uygulamada birlik bulunmamaktadır. Bir kısım Yargıtay Özel Dairesi, işin sonunun hükmün kesinleşmesi olduğunu vurgulayan kararlar verirken (Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi 17.07.2006 gün ve 5179-13861; Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi 20.11.2006 gün ve 6647-9220; Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi 14.03.2006 gün ve 694-1566; 26.04.2006 gün ve 773-2468; 10.04.2006 gün ve 1168-2153); bir kısım Daireler ise tersi yönde kararlar vermektedirler. (Yargıtay Birinci Ceza Dairesi 13.11.2006 gün ve 665/4873; Yargıtay Sekizinci Ceza Dairesi 18.10.2005 gün ve 2731-9779; Yargıtay Altına Ceza Dairesi, incelenen dosyadaki karar)
Bu konuyla ilgili bir hüküm de; Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi'nin 2. maddesinde bulunmaktadır. Buna göre; "Bu tarifede yazılı avukatlık ücreti, kesin hüküm elde edilinceye kadar olan dava, iş ve işlemler ücreti karşılığıdır." Avukatlık sözleşmesine ilişkin olarak herhangi bir ücret anlaşması yapılmış ise, o anlaşma geçerli olacaktır. Buna karşılık, böyle bir anlaşma yoksa, tarifedeki ücretler uygulanacaktır. Tarifede bir iş için belirlenen ücret, o işin, dolayısıyla da sözleşmenin tamamını kapsayacağına göre, tarife düzenlenirken avukatlık sözleşmesinin kesin hüküm elde edilince sona ereceği açıkça kabul edil¬miştir. Aynı maddenin 2. fıkrasında ise, bu sürece dahil olduğunda şüphe bulunmayacağından temyiz aşamasındaki duruşmanın ayrı bir ücrete tabi olacağı ayrıca belirtilmiştir. Bu faaliyet, kesinleşme sürecinde yer almasına rağmen yasa koyucunun tercihiyle ayrı bir ücrete bağlanmıştır. Bunun yanında Hukuk Usulü Muhakemesi Yasası'nın 62/1. maddesine uygun olarak icra takipleri de sürecin içinde gibi değerlendirilmiştir.
Avukatlık sözleşmesinin süresiz olarak devam ettiğini kabul etmek mümkün değildir. Böyle bir kabul, birçok sorunu da beraberinde getirecektir.
Belli bir ücret karşılığı iş yapan vekilden, kesinleşen bir hükümden yıllarca sonra, bu hükümle ilgili yeni bir durum ortaya çıktığında, o hususu da ken¬diliğinden halletmesi bir görev olarak beklenemez. Şu durumda, yasal dü¬zenlemelere uygun olanı avukatlık sözleşmesinin hükmün kesinleşmesi ile sona ermesidir. Olağan olmayan yasa yolları bu sürece dahil edilmemelidir. Ancak, açıkça sonlandırılmadığı veya diğer sona erme nedenleri bulunmadığı takdirde, vekalet ilişkisi halen devam ediyor olacağından, eğer ki, kesinleşme sürecinden sonraki işlemler için de aynı avukatın işe devam etmesi isteniyorsa, ayrı bir avukatlık sözleşmesi yapılmalıdır. Bu sözleşme, şekle bağlı olarak açıkça yapılabilecektir. Ancak bu şart değildir. Aynı sözleşme, müvekkilin vereceği sözlü bir talimatla kurulabileceği gibi, vekilin müvekkilinin lehine işe girmesi ve müvekkilinin buna izin vermesi ya da ses çıkarmaması şeklinde de ihdas edilebilir.
Tüm soruların yanıtları birlikte değerlendirildiğinde; somut olayda; hüküm kesinleştikten sonra, mahkemece yeni yasal düzenlemeler nedeniyle ve Cumhuriyet Savcılarının başvurusu üzerine uyarlama yargılaması yapılma¬sına karar verilmiş ve dosya yeniden ele alınmıştır. Yargılama dosya üzerinde yapıldıktan sonra; önceki kararda sanık müdafii olarak Av. Mehmet'in adı yazılı olduğu için verilen karar bu avukata tebliğ edilmiştir. Bu durumda; hüküm kesinleştikten sonra, Av. Mehmet ile sanık Murat arasındaki avukatlık söz¬leşmesi sona ermiştir. Uyarlama yargılaması ile ilgili olarak, hükümlü Murat ile Av. Mehmet arasında yapılmış açık bir sözleşme dosyada bulunmadığı gibi, Murat'ın bu yönde yeni bir talimat verip vermediği de belli değildir. Kaldı ki, hükmün sonradan kendisine tebliğ edilmesi üzerine Murat'ın bizzat yeni bir temyiz dilekçesi vermesi ve Av. Mehmet'in daha önce vermiş olduğu temyiz dilekçesinden ve bu avukatın isminden ya da bir avukatı bulunduğundan hiç bahsetmemiş olması, böyle bir talimatın bulunma olasılığını oldukça azalt¬maktadır. Av. Mehmet'in işi takip etme iradesini açıkça ortaya koymuş olması ve hatta bununla ilgili olarak, temyiz talebinin reddedilmesi üzerine 05.09.2006 tarihinde karar düzeltme istemiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsav¬cılığıma başvurmuş olması dahi bu talimatın bulunduğunu göstermez. Bunun dışında tek bir ihtimal kalmaktadır. O da; Murat'ın talimatı olmaksızın Av. Mehmet, kendiliğinden iş yapmış olup olmadığıdır. Eğer, avukatın temyiz dilekçesi süresinde verilmiş ve hükümlü de buna herhangi bir itirazda bulunmamış olsa idi, bu kabul edilebilirdi. Lakin, dilekçe süresinde verilmemiştir. Ayrıca, avukatın bu aşamadaki müdahalesi kabul edilecek olursa, süre geçmiş sayılacağından hükümlü artık temyiz hakkından yararlanamayacaktır. Bu ne¬denle, bahsedilen uygulama hükümlünün aleyhine olduğundan kabul edile¬mez. O halde; bu durumda avukatlık sözleşmesinin sona erdiğinin ve herhangi bir şekilde yenilenmediğinin kabulü gerekir. Bunun sonucu olarak hükümlü ile arasında uyarlama davasında kendisini temsil etmesi yönünde avukatlık söz¬leşmesi bulunduğuna dair bilgi veya belge mevcut olmadığı halde, sırf ke¬sinleşen davada hükümlünün savunmanlığını yaptığı ve aralarında henüz ge¬çerliliği sona ermemiş vekaletname ilişkisi vardır gerekçesiyle Av. Mehmet'e yapılmış olan tebligatın uyarlama davası açısından geçersiz sayılması, dola¬yısıyla hükümlünün kendisine yapılan tebligat üzerine süresinde verdiği dilek¬çenin kabul edilerek temyiz incelemesinin yapılması icabeder.
Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Genel Kurul Üyesi ise; "hükümlü ile Av. Mehmet arasındaki vekaletnameye dayalı müdafi-vekil ilişkisini sona erdiren sebeplerden herhangi birisinin bulunmadığını, bu nedenle vekalet ilişkisinin devam ettiğini, dolayısıyla da avukata yapılan tebligatla yasa yoluna başvuru süresinin başladığını" ileri sürerek, itirazın reddi yönünde karşı oy kullanmışlardır.
Bu itibarla, itiraz yerindedir. Özel Daire Kararı kaldırılmalı ve 06.10.2005 günü hüküm kendisine tebliğ edilmiş olan hükümlü Murat'ın 10.10.2005 tarihli temyiz dilekçesi üzerine temyiz incelemesi yapılması için dosya Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'ne gönderilmelidir.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle;
1-Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2-Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'nin 12.06.2006 gün ve 18471-5830 sayılı "temyiz talebinin reddine" ilişkin kararının KALDIRILMASINA,
3- Hükümlü Murat'ın süresi içerisindeki temyiz dilekçesi nedeniyle,temyiz incelemesi yapılması için, dosyanın Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi'ne gönderilmek üzere, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdiine, 06.03.2007 günü oyçokluğu ile karar verildi.