Mesajı Okuyun
Old 07-12-2007, 17:32   #8
Av. Ö.Erol Yavuz

 
Varsayılan

Sayın Av.Yücel Kocabaş'ın eklediği Hukuk Genel Kurul kararına rağmen Yargıtay 1.Hukuk Dairesi, biraz daha farklı gerekçelerle 14.Hukuk Dairesinden değişik uygulamasını devam ettirmektedir. ( Örneğin Y.1.HD 2005/12363 e. 2005/12658 k. sayılı ve 29.11.2005 tarihli kararı, Y.1.HD 2006/550 e. 2006/2685 k. sayılı ve 17.03.2006 tarihli kararı )

Kararlarda özetle şu görüşlere yer verilmektedir: “İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem gününde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.”

Yargıtay 1.Hukuk Dairesi, 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararında öngörülen ilkeyi, usule ilişkin bir ispat kuralı olarak değil, inanç sözleşmesi açısından bir geçerlilik koşulu olarak yorumlamaktadır.

Sel baskını tehlikesine rağmen, inançları birleştirme kararının sonuç kısmını aşağıya ekliyorum. Belirginleştirilen yerlerden anlaşılacağı gibi inançları birleştirme kararı kendisine özgü bu sözleşmelerde, bir geçerlilik koşulu getirmemiştir. Öngörülen ispata ilişkin bir usul kuralıdır. Yoksa yasalarımızda inanç sözleşmesini doğrudan düzenleyen herhangi bir hüküm yoktur.

Öte yandan, aynı inançları birleştirme kararında, ikrara dayalı olarak karar verildiği de özellikle belirtilmektedir. İkrara dayalı olarak karar verilen durumlarda, tapulu taşınmazların nakli bakımından kanunun öngördüğü zorunlu şekil koşulu aşılmamamış mı olacaktır ?

Sadece, tapulu taşınmazların nakli bakımından kanunun öngördüğü zorunlu şekil koşulunun aşılmaması hedeflenecek olursa, bahse konu inançları birleştirme kararına dayanmak değil, kararı eleştirmemiz gerekir. Zira kanunun öngördüğü zorunlu şekil, ( MK m.634 ( TMK m.706 ) B.K m.213, Tapu Kanunu m.26 uyarınca ) resmi şekildir. İnançları birleştirme kararı ise yazılı şekli yeterli görmektedir. Yine aynı düşünceden hareketle inançlı işlemi tümden reddetmek gerekir.

Son olarak, taraf yemini kesin delil olup, dairece aranan yazılı belge ise ancak altında imzası bulunan kişi tarafından ikrar edildiği takdirde kesin delil niteliğindedir. ( HUMK m.296 ) Dolayısıyla inançları birleştirme kararının genişletilmesi sözkonusu değildir.

Saygılarımla.

T.C. YARGITAY
İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu

Esas: 1945/20
Karar: 1947/6
Karar Tarihi: 05.02.1947

ÖZET: Takma ad davaları dinlenebilir ve yazılı kanıt ile tanıtlanması uygun olur.

(818 S. K. m. 1, 12, 18, 32, 111, 213, 238, 393) (743 S. K. m. 5, 7, 29, 633, 634, 928, 929, 930, 932, 933) (1086 S. K. m. 290) (2004 S. K. m. 33) (YİBK 10.06.1931 T.1931/2 E. 1931/40 K.) (YİBK 12.04.1933 T. 1933/30 E. 1933/6 K.) (YİBK 12.04.1933 T. 1933/31 E. 1933/7 K.) (YİBK 27.12.1939 T. 1939/11 E. 1939/60 K.) (YİBK 10.07.1940 T. 1939/2 E. 1940/77 K.) (YİBK 12.02.1941 T. 1940/29 E. 1941/5 K.) (YİBK 02.04.1941 T. 1940/19 E. 1941/12 K.) (YİBK 14.05.1941 T. 1940/35 E. 1941/17 K.) (YİBK 03.02.1943 T. 1942/7 E. 1943/8 K.) (YİBK 01.11.1944 T. 1944/9 E. 1944/30 K.) (YİBK 28.02.1945 T. 1944/23 E. 1945/5 K.) (YİBK 09.10.1946 T. 1946/6 E. 1946/12.K.) (YİBK 26.11.1947 T. 1945/9 E. 1947/23 K.) (YİBK 10.12.1952 T. 1950/2 E. 1952/4 K.) (YİBK 07.10.1953 T. 1953/8 E. 1953/7 K.)
Sonuçta:

Halli gereken meselenin konusu: Namı müstear iddialarının resmi veya adi senetle ispatı caiz olup olmadığı hakkında Birinci Hukuk Dairesi kararları arasında vücut bulan uyuşmazlıktır.

Birinci Hukuk Dairesi olayda namı müstear iddialarının resmi mahiyette senetle ispatı lüzumuna karar vermiş olduğu halde benzeri diğer bir olayda bu karara aykırı olarak alelıtlak yazılı delille ispatın mümkün olacağını kabul eylemiştir.

İhtilafa konu teşkil eden işler gayrimenkul sicilinde yazılı adın vekalet münasebetiyle müstear isim olduğuna müteallik ise de; bu husustaki ihtimaller gözönünde tutularak meselenin daha şümullü bir surette müzakere ve çözülmesi uygun görülmüştür.

30/Mart/1329 tarihli Emvali Gayrimenkulenin Tasarrufu Hakkındaki Kanun ile mahkemelerce dinlenmesi menedilmiş bulunan muvazaa ve namı müstear davalarının bu kanundan evvel yürürlükte bulunan eski mevzuat hükümlerine göre dinlenmeleri caiz olduğu gibi Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra da Borçlar Kanununun on sekizinci maddesi gereğince muvazaa iddialarının mahkemelerce dinlenmesine bir engel bulunmamış ve ancak Emvali Gayrimenkulenin Tasarrufu Hakkında yukarıda sözü geçen Kanun zamanında istimaı memnu bulunmuş olan bu kabil davaların 30.3.1329 ile 4.10.926 tarihleri arasında geçen zaman içinde tekevvün etmiş bulunduğu takdirde Medeni Kanunun meriyetinden sonra dinlenip dinlenemeyecekleri Birinci ve İkinci Hukuk Dairelerinin birbirine uymayan iki kararı ile uyuşmazlık mevzuu teşkil eylemiş olmasından dolayı 08.05.1941 tarihli tevhidi içtihat kararıyla Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden evvel gayrimenkuller hakkında tesis olunan kayıtlara dair ikame olunacak muvazaa davalarının dinlenemeyeceği tespit edilmişti.

Bu kerre kurula sevkolunan ve birleştirilmesi icap eden kararlar arasındaki uyuşmazlık ise Medeni Kanunun yürürlüğe girdikten sonra gayrimenkuller hakkında tesis olunan kayıtlarda namı müstear hadisesine müteallik bulunmaktadır. Gerçi bugünkü mevzuatımızda namı müstear diye bir tabir yoktur. Fakat hukuki münasebetlerde namı müstear hadiselerine her zaman, tesadüf edilmekte ve binaenaleyh bunun hukuki mahiyetini ve hükmünü tayin zaruri bulunmaktadır.

Muhtelif sebep ve maksatlarla bir gayrimenkul kaydına hakiki maliki yerine başka bir nam ve bir mukavelenamede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahıs ve bir alacak senedinde alacaklı veya borçlu sıfatını haiz olmıyan diğer bir kimsenin gösterilmesi mümkündür. Bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum, veya her hangi bir maksatla üçüncü şahıslardan hakikati gizlemek gayesi güdülebilir. Suiniyetle ve haksız gizlemelerde ilgililerin haklarını Kanun Vazu muhtelif hükümlerle teminat altına almış olmakla beraber bu cihet müzakere konusu dışı olduğundan bunun üzerinde durulmaya lüzum görülmemiştir.
Sözü geçen ihtimallere göre, böyle bir dava, gerçekten ya mevcut bir hakka dayanarak bir yedin nakli veya bir hakkın himayesi mahiyetini arzeder. Kurulumuzu en çok münakaşa ve müzakereye sevkeden husus, vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarrufta mülkiyetin vekile mi? Yoksa müvekkile mi? sabit olacağı meselesi olmuştur.

İlmi bir incelik taşıyan meselenin nazari esaslarla halli kabil olduğu gibi bu bapta kanunlarımızın sarahatından istiane de mümkün bulunmuştur.

Temsil ve vekalet münasebetinde, mülkiyette halefiyyet esas olarak kabul edilmiş bir keyfiyet olup halefiyeti tashih maksadıyla iptidaen mülkiyetin vekile sübutu düşünülse bile temsil hükümlerine muhalif olduğundan bunun istikrar ve devamına hükmolunamaz. Ve Borçlar Kanununun otuz ikinci maddesinin ikinci fıkrasındaki alacaklar ve borçlar merhumu mülkiyete teşmil edilemez. Nitekim Borçlar Kanununun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur.

Vekilin iflası halinde müvekkil, bu hakkını masaya karşı da iddia edebilir.

Vekilin iflası halinde müvekkil, vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına iktisap eylemiş olduğu menkul eşya hakkında dahi istihkak iddiasında bulunabilir.

Vekilin haiz olduğu hapis hakkını, masa dahi haizdir diye yazılı 393. maddesi bu asla müteferridir. Zikri geçen sebepten dolayı maddedeki menkul eşya kaydını vukui olarak kabul etmek zaruri görünüyor.

Gerek menkule gerekse gayrimenkule taalluk etsin namı müstear hadiselerinde mesele bir istihkak ve mülkiyet davası mahiyetini geçemeyeceğinden ne resmi senet ne de şekil meselesi bahis mevzuu olamaz.Nitekim; ötedenberi mahkemeler vaki olan bu kabil ikrarlara müsteniden hüküm vermekte ve meselede bir şekil meselesi görmemektedirler. Bundan başka meseleyi zatı akitte ve isimlerde muvazaayı dahi şumulüne alan ve netice itibariyle namı müsteara müncer olan on sekizinci madde hükmü çerçevesi içinde mütalaa kanunun ruh ve maksadına muvafık olur.
Bu esasların müzakere ve münakaşasından sonra bir senede karşı dermeyan olunan iddiaların aynı kuvvette senetle ispatı gerekli olup olmaması meselesine de temas edilmiş ve Medeni Kanunun yedi ve yirmi dokuz ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 290. maddeleri sarahatından açıkça anlaşıldığı üzere kanunlarımız daha ziyade nazari olan bu düşünceyi kabul etmediğinden bunun üzerinde daha fazla durulmaya da lüzum görülmemiştir.

Sonuçta oylara başvurularak yukarıdaki sebeplere binaen namı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatı caiz olduğuna üçte ikiyi geçen çoklukla 05.02.1947 tarihinde karar verilmiştir.

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programları