Mesajı Okuyun
Old 27-02-2010, 15:25   #3207
akdevrim

 
Varsayılan

..Sevgili okuyucularım,aşağıdaki yazı,kapı komşumuz ve abi olarak değer verdiğim şu anda İzmir kültür ve sanat müzesi müdürü olan Cemil Kanca tarafından kaleme alınmış merhum babacığımı anlatmaktadır.Şiir sayfama bu nedenle almayı uygun buldum.
saygılarımla....
akdevrim...
ÇAVUŞ AMCA
Samsun’un 20 km. güneyinde engebeli dağlık bir arazide kurulu bulunan Gökçepınar Köyü; beş ayrı mahalleden oluşmuştur: Kaşıkçılar, Yesifler, Çilingir, Palikar ve Bağyeri Mahallesi. Bağyeri mahallesindeki bizim evimizle onun evinin arasında yazın suyu azalan, ilkbaharda karların erimesiyle köpürüp delice akıp giden derenin böldüğü, çok da derin olmayan bir koyak vardır. Koyağın her iki yamacı; yazları serçelerin, karatavukların cıvıltılarıyla şenlenen gürgen ağaçlarıyla kaplıdır.
Çavuş Amca’nın evi; bu gürgen koruluğunun içinde, güneşin doğuşuna bakan düz bir tümseğin üzerindedir. İki evi yıllarca birbirine bağlayan yolak, nihayet 1980’li yılların başında genişletilerek araçların geçebileceği ham yol haline getirilmiştir.
Koyağın Çavuş Amcaların tarafına isabet eden yamacında yazları buz gibi soğuk, kışları ılık akan bir pınar vardır. Bu pınar;1990’lı yılların ortalarına kadar bizim, onun ve dayımın olmak üzere üç evin su ihtiyacını karşılamıştır. Yıllarca o pınardan kovalarla su taşıyan çocukların anılarında buruk bir çeşni kalsa da, kana kana içilen o suyun tadı damaklarındadır. Bu pınarın tadına doyum olmaz suyu kadar ıssızlık duygusunu da çoğaltan havası hala içimdedir. O ıssızlık, terkedilmişlikten değil de sanki yalnızlığı tercih etmişlikten kaynaklanmaktadır. Pınarın, çürüdükçe Çavuş Amca tarafından değiştirilen kızılağaçtan yalağı sürekli doludur. Yaz güneşinin gürgen yaprakları arasından bir yol bulup yalaktaki suya yansıyan ışıkları titrek bir hüznü de yansıtır. Sürekli akmakta olan oluğunun altına konulan metal su kovaları doluncaya kadar geçen dinlenme zamanı; ıssızlığın derinliği içinde uzadıkça uzar. Uzun bir düşten uyanıp da tam kalkmak üzereyken, tümseğin başından Hanım Nine’nin kafası görünür. Çelimsiz ama her zaman dinç görünen duruşuyla ırmak boylarındaki günlük inzivasına çıkmıştır. Hanım Nine, Çavuş Amca’nın annesidir. Bizim yakadan da Fadime Nine; nam-ı diğer Keleş’in Fadime –Anneannem- gelmektedir. Hukuku çok eskilere dayanan bu iki komşunun ayaküstü söyleşilerine kulak misafiri olursunuz.
Adı; Şükrü Erdoğan’dır Çavuş Amca’nın ama o Şükrü Çavuş olarak tanınır. Askerlikte elde edilen çavuş, onbaşı gibi unvanların; terhisten sonra da sürdüğü başka bir ülke var mıdır? Bunu bilmiyorum ama o geleneğin bizim ülkemizde hala sürüp gitmekte olduğu da bir gerçektir. Bu yanıyla Çavuş Amca bir asker kadar disiplinliydi sonucuna varmak istersek aldanırız. Kuşkusuz bir hayat disiplini vardı ama o daha çok hoş görülü bir adam olarak bilinirdi. Hatta epeyce de geniş bir adamdı. Özellikle çocuk konusunda böyleydi. Öyle olmasaydı, köyün çok çocuklu babaları içinde ilk sırayı alabilir miydi? Bu konuda onu izleyenlerden birisi de benim babamdı.
Bunu bir yana bırakırsak, Çavuş Amca güzellikleri olan bir adamdı. O güzelliklerin başında da hoş sohbet oluşu gelir. Belagatini kavradığınızda şakacı bir ironi yarattığını fark edersiniz.

Olayı tersinden anlatıp kendisiyle alay etmeyi bilmekte, bunu yaparken de karşısındakinin zekâsını ölçmektedir. Çünkü kendisi zeki bir adamdır. Bunu da hiçbir eğitimden geçmediği halde kendi özel çabasıyla hem Türkçe okuyup yazmayı, hem Arapça, hem de Osmanlıca okumayı öğrenerek kanıtlamıştır. Onun anlattıkları yaşadıklarının yanında daha çok da hissettikleridir. Onda Hint bilgelerinin insanı derinden kavrayan öğretilerinin gizli bir uzantısını yakalayabilirdiniz.
“Muhammediye” ve “Halk Hikâyeleri” okur, öğrendiklerini de kendi üslubuyla anlatmaktan ayrı bir tat alırdı. Onunla karşılaştığınızda; mutlaka hayata dair yeni bir söz duyardınız.
Benim çocukluğumda köyün tarım ürünlerinin başında mısır ve tütün gelirdi. Mısır ve tütün tarımı hem uzun, hem de çok zahmetli bir işti. Daha sonraki yıllarda köylüler kolay olanı seçerek tarlalarını fındık bahçelerine çevirdi. Mısırın tarladan toplanmasıyla iş bitmiyordu. Mısırın; yörede “Çiten” ve “Paçka” diye adlandırılan serenlere yerleştirilip kurutulması için somakların soyulması gerekiyordu. Bunun için de “İmece” yapılırdı.
İlkokulu bitirdiğim yıldı. Bir gece Çavuş Amca’nın imecesine katılmıştım. O gece, Çavuş Amca konuklarına “Kerem ile Aslı” hikâyesini anlatmıştı. Sonunda da “Kerem’in deldiği dağ nerede biliyor musunuz?” Diye sormuş, cevabını da kendisi vermişti: “Amasya’da.” Yıllar sonra yolum o güzergâha düşmüştü. Çavuş Amca’nın o sözünü hatırlayıp otobüsün camından Kerem’in deldiği söylenen dağa bakmıştım. Tıpkı Çavuş Amca’nın anlattığı gibi su kanalları dağı bir uçtan bir uca çevreliyordu. Rivayet buydu ama gerçek neydi? Tamamen taştan oyulmuş, metrelerce uzunluktaki bu kanalları açmak için bir insan ömrü yeter miydi? Hikâyenin vermek istediği ileti bu değildi zaten, aşkın gücüydü.
Çavuş Amca aslında keşfedilmemiş bir şairdi. Ona gizli kalmış halk ozanı desek daha doğru olur. Onun ağzından dinlediğim ve adını “Mehmet Pehlivan Destanı” verdiği şiirinden aklımda kalan şu iki dörtlük Mehmet Dayımın gençlik yıllarına ait bir vukuatını anlatır:
Topsukluk dereleri
Dile geliyor dile
Dayı kızın kaçıyor
Mehmet Pehlivan ile

Yaşa Mehmet Pehlivan
Sevdalıktan eriye
Küçükayı öndörtte
Köprü çattı dereye
Ağırbaşlı bir adam olmasının yanında eğlenmeyi sever, özellikle düğünlerin şenlikli olmasından ayrı bir keyif duyardı. “Düğün dediğin çalgılı-çengili, davullu- zurnalı olmalı” derdi.

Çocukluğuma rastlayan yıllarda yeğeni Şaban Çavuş’u (Şaban Fırıncı) çok görkemli bir düğünle evlendirmişti.
Çiftçilik, dülgerlik, nalbantlık, baytarlık, ustalık ve halk hekimliği onun yapmakta hiçbir zorluk çekmediği işlerdendi. Bir dönem Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenler gibiydi. Onlardan tek eksiği; bir müzik aleti çalamayışıydı.
Müzik ihtiyacını da “Sahibinin Sesi” plaklarıyla ve sürekli açık duran sandık büyüklüğündeki radyosuyla karşılıyordu. “Çile Bülbülüm”ü Safiye Ayla’nın sesinden ilk kez onun gramofonundan; Cemile Cevher’in “Şapkamın Tereği Düz”, Muazzez Turing’in “Mektebin Bacaları” türkülerini, Ali Ekber Çiçek’in “Haydar Haydar” deyişini, Neşet Ertaş’ı, Nurettin Çamlıdağ’ı, Turan Engin’i, Müzeyyen Senar’ı yine ilk kez onun harman yerinde dinlemiştim.
Bildiğim kadarıyla o yıllarda, Bucak Müdürü Osman Bilgin’i saymazsak, köyde dört fötr şapkalı adamdan birisi de oydu. Diğer üçü ise; Hüseyin Amcam, Mehmet Dayım ve babamdı. Köylülerin sekiz köşeli şapka giydiği o ortamda, bu dört adamın fötr şapkayı neden tercih ettikleri sorusu hala kafamda durmaktadır.
Çavuş Amca’yı benim hafızamda unutulmaz kılan bir olay vardır ki, hayatımın dönüm noktalarından biridir:
Tarih: 4 Kasım 1975. Gecenin ortaları. Kulağım radyoda. Üniversitelerin kayıt tarihlerini dinliyorum. Atatürk Üniversitesi’ne kayıt yaptırma hakkını kazandığımı öğreniyorum. Annemi uyandırıyorum; durumu anlatıyorum. Annem seviniyor ama üzüntüsünü de saklayamıyor. “Baban Erzincan’da. Elde para da yok” diyor. Umutsuzca odama dönüyorum. Yatağıma girmeden içerden annemin sesi geliyor: “ Gün ola hayrola! Yarın bir çaresine bakarız.” Ertesi gün 5 Kasım. 6 Kasım günü kayıtlar kapanıyor. Bu şu demek: Sabah yola çıkmalıyım ki, kayıtların son günü Erzurum’da olabileyim. Kısacası; Almanların “Zeitnot” dedikleri zaman sıkışması içindeyim. O sabah annemin ilk işi Çavuş Amca’ya uğramak oluyor. Aynı günün akşamı hareket ediyorum. 6 Kasım 1975 gecesi de kaydımı yaptırıyorum.
Erzurum’dan dönüşümde; teşekkür etmek için Çavuş Amca’nın ziyaretine gidiyorum. Parasını takdim ediyorum. “Sizi unutmayacağım Çavuş Amca” diyorum. “Ne yaptık ki?” Diyor; ekliyor: “Dost, dost için dar günde vardır. Senin yüksek tahsil görmen demek, bizim çocuklarımızın önünde güzel bir örnek olman demek.”
1979 yılında üniversiteyi bitirdiğimde; oğlu Hasan Alp de Samsun’da Cumhuriyet Lisesini bitirmişti. Hasan Alp’le arkadaşlığımız daha eskilere dayanır ama farkında olarak kurduğumuz dostluk onun lise, benim de üniversite yıllarıma isabet eder. Araya yıllar girmiş olsa da, birbirimizden hep haberli olduk. Almanya’da aldığı dil eğitiminden sonra o da üniversite bitirdi.
Çavuş Amca’yla en son 29 Haziran 1982 günü; onun harman yerinde tahta kerevetinin üzerinde sohbet etme fırsatım olmuştu. Askerliğe çağrılmıştım ve ertesi gün Tokat’a hareket edecek, 1 Temmuz 1982 günü de birliğimde hazır olacaktım. Beni “Selametle git, selametle dön” diyerek yolcu etti.

1980’li yılların ikinci yarısında Çavuş Amca’nın İstanbul’a taşındığını duymuştum.
2000 yılının Nisan ayıydı. Hasan Alp’le yaptığımız bir telefon görüşmesinde; Çavuş Amca’nın kanser hastalığına yakalandığını ve tedavi gördüğünü öğrendim. Haberi alır almaz telefona sarıldım. Uzun uzun konuştuk. Bana “Cemil Bey” diye hitap ediyordu. “Çavuş Amca” dedim: “Ben Cemil. Bildiğin, tanıdığın Cemil. Başka bir Cemil’le konuşmuyorsun.” “Evet, ama” dedi: “Sen zaten beydin.” “Sen bana yine de Cemil diye hitap eder misin?” dedim. “Tamam” dedi ama “Bey” diye hitap etmekten de vazgeçmedi. Onu, Hanımı Zekiye Hala’yla – Biz O’na hala deriz. Annemiz gibi sevdiğimiz insandır. Zaten de annemin akranıdır- o tarihlerde oturduğum Aydın’a davet ettim. “Orası da şehir” dedi: “Benim niyetim bu yazı Samsun’da; köyde geçirmek. O yeşilliğin içinde doya doya bir nefes almak. Sen de gelirsen çok güzel olur.” Hastalığından hiç söz etmedi. Çavuş Amca’yla yaptığımız son konuşma da bu oldu.
26 Mayıs 2000 tarihinde vefat ettiğini ve çok sevdiği Gökçepınar’da toprağa verildiğini daha sonra öğrendim.
Gökçepınar’a her gidişimde; bizim evin önünden onun evine bakarım. Bana öyle gelir ki, gürgen ağaçlarının sakladığı oralarda bir yerlerde; ya odun kırmaktadır, ya samanlığının çatısını onarmaktadır, ya evine bir oda daha eklemektedir, ya evinin önünden akmakta olan su oluğunu yenilemektedir, ya da bir ağaç kütüğüne oturmuş dinlenmektedir. Başından eksik etmediği fötr şapkasını da yanına koymuş, sigara tellendirmektedir.
Hayatını doğanın sınırsız özgürlüğü içinde geçirmiş bir adam için en dayanılmaz olan şey, kendini kentte dört duvar arasında hapsedilmiş hissetmektir. Anladım ki, bu yüzden “Orası da şehir” deyip davetimi nazikçe reddetmişti.
Ona; “Sizi unutmayacağım Çavuş Amca” demiştim. Unutmadım. Yeni kuşaklar da seni tanısın, adam gibi adam nasıl olunurmuş, dostluk neymiş öğrensinler diye bu yazımla belgelendirmek istedim.
Yeşilliklerle gönenmişliği çok severdin. Anlatılır ki, cennet yeşillikler ülkesidir. Yerin cennet olsun.
İzmir,29Nisan 2009.Cemil KANCA.

ALINTI,