Mesajı Okuyun
Old 07-10-2002, 09:53   #2
metin karadag

 
Varsayılan Şekerli Eğitim: ( 2. bölüm )

Şekerli Eğitim
Eğitimin başka bir tanımından yola çıkarak eğitim uygulamalarını oluşturabiliriz. Bir örnek tanım olarak, "eğitim, bireyin, etkileşim içinde, kendini her bakımdan geliştirme olanaklarının sağlanması sürecidir" diyemez miyiz?


(devam... )

Yasaklar ve saldırganlıklar

Bu cezalandırma uygulamaları ile çocuklara nasıl bir örnek sunuyoruz, üzerinde düşünmemiz lâzım. Öğretmenin uyguladığı cezalar, özellikle de fiziksel içerikli cezalar, çocukların birbirleriyle ilişkilerinde de bu tutumu benimsemelerine yol açabiliyor rahatlıkla. Şiddet bulaşıcıdır, unutmayalım. Öğretmenden gelen fiziksel cezalandırma, evde bu çocukların saldırganlıktan uzak durma konusunda doğru dürüst eğitim almadıkları gerçeği ile de birleşince, ürkütücü sonuçlar çıkıyor karşımıza.

Kimi okullarda, kimi veliler, öğretmenden çocuğu arada sırada "okşamasını" istiyor. Öğretmen de velilerin bu isteğine uyuveriyor, veliye bunun yanlışlığını hatırlatması gerekirken.

Bir çocuğun doğrudan bu tür cezalandırmaya veya şiddet örneklerine maruz kalması da gerekmiyor örselenmesi için, bu uygulamalara şahit olması da yeterli. Neden bu uygulamalara şahit olsun ki bir çocuk? Bu da ciddi bir örselenme yaratıyor körpecik zihninde. Soruyorum bir çocuğa, cevabı çok anlamlı: "Öğretmen, o çocukla konuşabilir, yanlışını gösterebilir, neden ceza veriyor ki," diyor. Evet, sevgili öğretmenim, neden biraz zaman ayırmıyorsunuz, anlatmayı denemiyorsunuz, çocuğun yaptıklarının sonuçlarını görmesini sağlamıyorsunuz? Bu zannedildiği kadar zor bir şey değil ki. Biraz bilgi, biraz duyarlılık, biraz sabır, hepsi bu.

Sadece bu değil, her tarafta yasaklarla karşılaşıyor çocuklar. Örneğin kütüphaneye spor kıyafeti ile girmek yasak, şuradaki oyun bahçesine girmek yasak, diğer taraftaki oyun alanına girmek yasak, teneffüste sınıfta durmak yasak, o yasak bu yasak. Örneğin bir okulda ilköğretim birinci sınıf çocukları haftanın iki günü, spor dersleri var diye, okula spor kıyafetleriyle geliyorlar; nasıl olur da kütüphaneye, onların diliyle "kütüpişe" spor kıyafeti ile giremezler? Hadi giremediler, neden bu "yasak" sözcüğüyle karşılarına çıkar? Neden yapılmaması istenen şeyler anlatılmaz, açıklanmaz da sadece "yasak" denir. Nedir bu tavır anlamak mümkün değil. Çocuklar güle oynaya kütüphaneye gitmek isterken, onları kütüphaneden soğutarak mı onları kazanacağız? Kütüphane diyoruz, bir okulun, bir eğitim kurumunun kalbidir kütüphane. Teşvik etmek için elimizden geleni yapmamız gerekirken, teşvike ihtiyaç duymadan kütüphaneye koşan çocukları soğutmak niye?

Cezalar bir yana, bu yasakçı tutum ve tavır, çocukların hem öğrenmeye dair motivasyonlarını törpülüyor hem de yasak koyucunun farklı zamanlarda, farklı koşullarda, yapılmasını arzu ettiği şeyleri, çocuğun isteyerek yapmasını zorlaştırıyor; çocuğun, toplu yaşamın gerektirdiği karşılıklı saygı anlayışını geliştirmesini, özdenetim yoluyla disipline olmasını geciktiriyor, hatta engelliyor.

Eğitimin tanımıyla başlıyor her şey

Yaygın bir şekilde kullanılan bir eğitim tanımı var: Eğitim, hedef kişide istendik davranışları oluşturmaktır.

Bütünüyle davranışçı bir tanım bu. Tek yönlü, eğitimin etkileşim boyutunu hiçe sayan, eğitimcinin bir iktidar figürü olarak sabit bir konumda yer almasını öngören bir yaklaşımın ürünü. Davranışçılık hakim her şeye; müfredatın her tarafına sinmiş; hedef davranışlar diye başlıyoruz, hedef davranışlar diye bitiriyoruz. Çünkü basit, çünkü kontrole dayalı, çünkü ölçülebilmesi kolay.

Fakat çok kısır, yüzeysel, mekanik bir eğitim anlayışı bu.

Ödül ve ceza uygulamaları da tamamiyle bu davranışçı eğitim tanımına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Öğretmenlerin okuldaki uygulamalarındaki hataları, doğrudan öğretmenlerin üzerine yıkmak haksızlık olur. Eğitim tanımını bu şekilde yaparsanız, müfredatı bu şekilde inşa ederseniz olacağı budur. Bu tanıma dayanarak da hizmet öncesi öğretmen eğitimini davranışçılık üzerine kurarsanız bu sonucun oluşması da gayet doğaldır.

En başta kısaca değindim, eğitimde kullanılan öğrenme modelleri ve diğer uygulamalar, hep psikoloji biliminden transfer edilen bilgilere dayanıyor. Fakat ne yazık ki, sadece psikolojideki en mekanik ve sığ bilgi kümesine başvuruluyor bu transfer süreci yaşanırken. Sanki psikoloji davranışçılıktan ibaretmiş gibi.

İlerlemeden önce, davranışçılığın kurucularından Watson'ın 1928 yılında neler dediğine bir bakalım, zira davranışçılığın ne menem bir şey olduğunu bundan daha güzel özetleyen bir pasaja kolay rastlayamazsınız:
Çocukları eğitmenin iyi bir yolu vardır. Onlara genç erişkinlermiş gibi davranın. Onları dikkat ve özenle giydirip, yıkayın. Davranışınız hep nesnel ve şefkat içeren bir katılıkta olsun. Onları asla kucaklamayın, öpmeyin, hiçbir zaman kucağınıza oturtmayın. Bunu yapmanız şartsa, onları bir kez, iyi geceler dilediklerinde, alınlarından öpün. Sabah onlarla el sıkışın. Olağanüstü iyi bir iş yaptıklarında ya da zor bir görevi tamamladıklarında kafalarını sıvazlayın. Bunları deneyin. Bir hafta gibi kısa bir sürede, çocuğunuza karşı kusursuz derecede nesnel ve şefkatli olmanın ne kadar kolay olduğunu göreceksiniz. Daha önce çocuğunuza göstermiş olduğunuz aşırı yumuşak ve duygusal muameleden çok utanç duyacaksınız.
O günden bugüne pek bir şey değişmiş değil. Fazlaca Amerikan bir yaklaşım bu. Hiperaktivite ve Dikkat eksikliği neden Amerika'da bu kadar yaygın dersiniz? Bu konuyu başka yazılarda ele alıyorum, ama kısaca değinmek isterim. Çocuklar robotlaştırılmış durumda da ondan. Duygusal dünyaları sürekli örseleniyor da ondan. Duygusal zekâ kavramının gene ABD'de gündeme gelmesi bana hiç şaşırtıcı gelmiyor; hatalarının nihayet farkına varmasını da biliyorlar, bu açıdan takdir de etmek gerek aslında. Fakat ABD'nin yanlışlarını mı örnek alacağız kendimize? Onlar hatalarından dönerken, kendilerini yenilemeye başlarken, biz, onların büyük ölçüde vazgeçmeye çalıştıkları hatalı yaklaşımlarını mı kullanmaya devam edeceğiz? Eğitimde kullandığımız modellerin hepsi Amerikan, hepsi psikolojinin en yüzeysel kuramına, en kısır bilgi kümelerine dayanıyor. Neden buna mahkum olalım ki?
Oysa eğitimin başka bir tanımından yola çıkarak eğitim uygulamalarını oluşturabiliriz. Bir örnek tanım olarak, "eğitim, bireyin, etkileşim içinde, kendini her bakımdan geliştirme olanaklarının sağlanması sürecidir" diyemez miyiz? Diyebiliriz elbette; ama bu tanımı geliştirirken, önce mevcut öğrenme kuramlarına bir göz atmakta yarar var. Zira mevcut öğrenme kuramlarının en yaygın kullanılanlarında bile (en mekanik görünenlerinde bile), bu geliştirmeye çalıştığımız tanıma dayanak olacak ipuçlarını bulabilmek mümkün. Kaldı ki, yeni kuram ve yaklaşımları da kullanabildiğimizde, bu tanımı hayata geçirme olanaklarımız artacaktır ve böylece çok daha zengin bir eğitim uygulaması yaratabileceğiz.

Öğrenme kuramları

Klasik koşullama, edimsel koşullama, ve bilişsel öğrenme, psikoloji kitaplarında en ayrıntılı ele alınan öğrenme modelleri olarak karşımıza çıkmakta. Sırayla bakalım.

Klasik koşullama, çoğumuzun aşina olduğu bir deneye dayanıyor, Rus fizyolog Pavlov'un köpek deneyine. Yiyecekle birlikte zil sesi verildiğinde, köpek ikisi arasında bir bağ kuruyor ve başka bir zamanda sadece zil sesini duyduğunda da salyası akmaya başlıyor. Kabaca böyle diyebiliriz klasik koşullamaya. Okullarda, ders başlama ve bitiş saatlerinde çalınan zil böyle bir işlev görüyor örneğin. Gündelik hayatımızda bunun örneklerini çoğaltmak mümkün. Sözgelimi deprem böyle bir etki yaratmış durumda çoğumuz üzerinde. Depremi doğrudan yaşayanlar, bazen şiddetli bir rüzgârda pencereler kapılar tıkırdasa, deprem oluyor zannederek panik duygusu yaşayabiliyorlar örneğin.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, iki şeyin (uyarıcının) eşzamanlılığına odaklanmamak. Başlangıçta, klasik koşullamanın, iki uyarıcının aynı zamanda verilmesiyle oluştuğu zannediliyordu. Oysa, eşzamanlılıktan ziyade, bireyin bu iki şey arasında bağ kuruyor olmasıdır öğrenmeyi yaratan. Elbette iki şeyin eşzamanlı verilmesi bu bağın kurulmasını kolaylaştıran bir unsurdur, fakat tek başına açıklayıcı değildir. Anahtar, bu bağın kurulmasında yatar. Dolayısıyla, klasik koşullamaya maruz bıraktığımız birey, zannedildiği gibi pasif değildir, iki şey arasında bağ kurduğu için aktiftir.

Fakat, yine de klasik koşullamanın eğitim uygulamalarında fazlaca bir yeri olduğu söylenemez.

Edimsel koşullamaya baktığımızda ise, eğitim uygulamalarının tamamına sinmiş bir etkisi olduğu söylenebilir. Edimsel koşullamanın temel vurgusu, bir davranışın ödüllendirilmesinin o davranışın tekrarını sağlayacağı şeklinde. Yani diyelim bir çocuk "istendik" bir davranış gerçekleştiriyor, siz de anında ödülünü veriyorsunuz (şeker mesela), bunun üzerine çocuk aynı davranışı tekrarlamaya teşvik edilmiş oluyor.

Çocuk dedim ama, bu yöntem baskın bir şekilde hayvan eğitiminde kullanılmış bir yöntem. Davranışı şekillendirme hedefine uygun olarak, sözgelimi bir sirk hayvanını eğitirken sürekli bu pekiştireçlere başvurulduğunu biliyoruz. Tabii, cezalandırma da, hayvan hata yaptığında kullanılan bir yöntem. Gerçi son yıllarda hayvan eğitiminde bile cezalandırmaya artık başvurulmadığı da bilinen bir gerçek.

Neticede, "davranışı şekillendirme" hedefi ve buna uygun olarak edimsel koşullama, hayvan eğitiminde yaygın olarak kullanılıyor diyebiliriz. Fakat ne hazindir ki, insan eğitiminde de, bilhassa ilköğretimde edimsel koşullama uygulamaları çok yaygın. Oysa, öğretmenlik, hayvan terbiyeciliğinden çok farklı bir şey. Böylesi sınırlı ve mekanik bir yaklaşıma takılıp kalmak, en başta çocuklarımıza, ama en az onun kadar öğretmenlerimize büyük haksızlık. Bir öğretmen böylesi bir eğitim uygulamasını sürdürmek zorunda kaldığında onlarca yılı nasıl geçirir, tahmin etmek bile istemiyorum doğrusu. Çok sıkıcı olmalı herhalde...

Müfredat ve ondan önce öğretmen eğitimi, öğretmenlerimizi edimsel koşullama yöntemiyle sınırlamış durumda. Burada gene sadece öğretmenlerimize yüklenmek hata olur. Elbette, öğretmenin de bu uygulamalara olduğu gibi devam etmekte ciddi sorumluluğu var; fakat, ona başka türlü bilgiler iletilmemiş ki, kendini geliştirmesine olanaklar sağlanmamış ki. Dolayısıyla, büyük sorumluluğu, öğretmen yetiştiren kurumlara ve müfredatı hazırlayan kişi ve kurumlara yüklemek gerekiyor. Elbette, tekil olumsuz örneklere de, yani ciddi hatalar yapan öğretmenlere de birilerinin bu hatalarını hatırlatması gerek.

Bilişsel (zihin süreçleriyle) öğrenme, bir başka öğrenme modeli olarak çıkıyor karşımıza. Bilgiyi nasıl algıladığımız, kavradığımız, ve işlediğimize odaklanan bir model. Bu model, davranışçılığın yüzeyselliğini aşmak anlamında önemli bir bilgi sunuyor aslında bizlere.

Somutlaştırmak için, önce hayvanlarla yapılan bazı deneysel çalışmalara bakmakta yarar var, çünkü maymunlarla yapılan klasik deneyler çok hoş bilgiler sunuyor bize. Bir deneyde, maymunun muza ulaşmak için, odada farklı yerlerde bulunan sandıkları üst üste koyup muza ulaşmayı becerdiğini görüyoruz.

Gene maymunla yapılan bir başka deneyde, gene muza ulaşmak için elindeki kısa sopa yeterli gelmeyince, maymunun bu kısa sopayı kullanarak başka bir yerdeki uzun sopayı kendine çekip sonra da bu uzun sopayla muza ulaştığına şahit oluyoruz. Ne klasik koşullamaya ne edimsel koşullamaya ihtiyaç duymayarak, maymun kendi kendine "bilişsel" bir faaliyet sonucu amacına ulaşabiliyor. Bir başka deyişle, öğrenme süreci kendi kendine oluşuyor. Zihnin, algılama, kavrama, bilgiyi işleme ve bu bilgiyle amaca dönük eylem yaratma gücünü, bu maymun deneylerinde çok açık bir şekilde görüyoruz.

O halde, insanın en azından maymunlar kadar bu donanıma sahip olduklarını öne sürmek yanlış olmaz sanırım. Peki neden insan eğitimi, daha doğrusu okullarda yürütülen eğitim faaliyetleri, bilhassa da ilköğretimdeki eğitim faaliyetleri edimsel koşullamanın sınırlayıcılığına mahkum edilmiş diye sormamız gerekiyor sanırım.

Bilişsel yaklaşımın da ötesinde, bütüncü yaklaşım diye adlandırabileceğimiz, çok daha kapsamlı bir yaklaşım da var. Bu yaklaşımın hayata geçirilebilmesi, elbette daha iyi eğitimli, donanımlı öğretmenlerin iş başında olmasını gerektiriyor. Ne yazık ki, eğitim fakültelerimizde öğretmen yetiştirirken sunulan eğitim şimdilik böyle bir donanımı sağlamaktan çok uzakta.

Bütüncü yaklaşım, çeşitli unsurlardan oluşuyor. En başta duygusal boyut çok önemli bir yer tutuyor. Duygusal boyut konusuna birazdan daha ayrıntılı gireceğim; özetle, çocuğun kişilik gelişimini, yani özgüven geliştirmesini, özdenetime sahip olmasını, merak duygusunu arttırmasını amaçlayan bir dizi unsurdan oluşuyor duygusal boyut çalışmaları. Çocuğun sosyal psikolojik gelişimi, bütüncü yaklaşımda özen gösterilmesi gereken bir başka önemli boyut; paylaşımcılık, etkileşim içinde bireysel gelişime odaklanma, deneyim yoluyla öğrenme, başlıca unsurlar diyebiliriz.

Burada daha fazla ilerlemeden, bütüncü yaklaşımı daha iyi kavrayabilmemiz için, bellek konusunu dahil etmemiz gerekiyor. Öğrenme dediğimiz süreç, nihayetinde bellekte oluşuyor; belleğin nasıl işlediğini anlamadan öğrenme süreçlerini da tam kavramamız mümkün değil.

Bellek

Yaygın anlayış, belleği, kısa süreli bellek ve uzun süreli bellek şeklinde ikiye ayırıyor. İkili bellek kuramı diyebileceğimiz bu kuram, bilginin kısa süreli bellekten uzun süreli belleğe aktarılıyor olduğu varsayımına dayanıyor ve tekrarlamanın, bilginin uzun süreli belleğe (kalıcı belleğe) daha iyi aktarılmasını sağladığını iddia ediyor.

Oysa bu doğrulanmış değil; yani, belleğin ikili bir yapıya sahip olduğu ve öğrenmenin birinden diğerine aktarma yoluyla olduğu ispatlanmış değil. Dolayısıyla bu bir varsayım. Bence yanlış bir varsayım; zira, insanın algılamasını ve kavramasını tek boyutlu ve mekanik bir düzlemde ele alıyor. İnsan algısı ve öğrenme süreçleri, böyle parçalarına ayrılarak ve mekanik bir kavrayışla ele alınamaz.

Bu varsayımın aksi yönünde sahip olduğumuz bilgilere bakarak konuyu açalım.

(devam ediyor...)

Üstün Öngel
Sosyal Psikolog
Eğitim Fakültesi, Çukurova Üniversitesi, Balcalı, Adana, 01330
Tel: (322) 338 71 50 (gündüz); 457 74 50 (akşam)
e-posta: uongel@mail.cu.edu.tr

From: "Ustun Ongel" <uongel@m...>
Date: Sun Oct 6, 2002 9:49 am
Subject: sekerli egitim



Asagidaki makaleyi yayimlanmasi umuduyla birkac gun once bir dergiye yolladim; muhtemelen bir iki aya yayimlanir. Genellikle yazdigim bir makaleyi yayimlandiktan sonra e-gruplarda dolasima cikariyorum. Fakat bu kez, yeni egitim-ogretim yili fazla ilerlemeden, konunun onemine binaen, yazi yayimlanmadan paylasmayi uygun gordum. Yazi biraz uzun, o nedenle kagida basip okumanizi oneririm...

Ustun Ongel