Mesajı Okuyun
Old 03-05-2003, 00:42   #39
Nusret

 
Varsayılan "İstanbul'u Terk Etmek" mi?

Sevgili Forumcu arkadaşlar; bakıyorum epeydir İstanbul’u çekiştiriyormuşsunuz da benim haberim olmamış. 2 Mayıs gecesi ancak haberdar olduğumda, eski bir “İstanbul’lu” olarak iki çift laf da ben edeyim dedim.

Dedim ama nereden başlamalı bilemiyorum. Terk’den mi, yoksa niye terk edilemeyeceğinden mi? En iyisi tersten, terk edememekten başlamak. Ama, yok yok, hayır terkten başlamak daha iyi. Çünkü terketmek isteyenlerin gerekçelerini kısaca geçerek geri kalan yerimizi tepe tepe kullanıp İstanbul’un niye terkedilemeyeceğini ve kimler tarafından terkedilemeyeceğini yazmak daha keyifli olacak.

Bu “İstanbul’u terketmek” lafı çok eski bir laf değil, biliyor musunuz? Şunun şurasında çok çok 10-15 yıllık bir mazisi var bu lafın. Bu da artık İstanbul’un sokaklarında yürünemeyen, denizlerine girilemeyen, barındırdığı insanları doyuramayan bir şehir haline gelmesiyle paraleldir İstanbul’un terkedilmek istenmesi.

Evet, doğrudur; İstanbul, yeryüzünün en kaotik, en anarşik, en çarpık şehirlerinden biri haline gelmiştir. Ama İstanbul’un ortasından artık girilemese bile hala bir deniz geçmektedir. İstanbul’un neredeyse her bir semti mafya bozuntuları tarafından parsellenmiştir, ama İstanbul hala tek el preslerde ellerini ezdiren, gemi hangarlarına kafa üstü çakılan, stabilitesiz matkap tezgahlarına parmaklarını kaptıran, patlayan-parlayan-yanan izbe atölyelerde kavrulan emekçilerin şehridir. Evet artık İstanbul’da da cehalet kol gezmektedir, ama her şeye rağmen o kültürümüzün başşehridir.

Geçmişte kapitalizmin büyük metropollerinde yaşanan bir süreç, 80’ler, 90’larla birlikte İstanbul’da da yaşanmaya başladı. Eskiden zenginler İstanbul’un merkezi yerlerinde, Şişli, Etiler, Kadıköy vb. gibi semtlerinde otururlar, buralarda alışveriş yapar, buralarda eğlenirlerdi. Yoksullar ise şehrin kenarında… Zengin semtlerine, merkezdeki bu semtlere içten içe bir korkuyla, o da temizlikçi, kapıcı vs. olarak giderlerdi. Ama büyük bir şehir kimliğinden metropollüğe geçişte durum tersine döndü. Her biri bir öncekini katlayan yoğun göç dalgalarını yaratan insanlarımız İstanbul’un dağını tepesini yeni yeni semtler, mahalleler haline getirirken bir yandan da İstanbul’un göbeğine yerleştiler. Aksaray’ın, Şişli’nin, Kadıköy’ün sokakları, caddeleri işsiz güçsüz ve potansiyel tehlike olarak görülen lümpen bir sıvayla kaplandı sanki. Evet, şehrin merkezini sayısal çoğunluğuyla lümpen proletarya ele geçirmişti. Eskiden “sosyete” denilen bu zengin kesim de, çareyi “İstanbul’u terketmek”te buldu. Onlar şimdi, İstanbul’un çevresindeki bakir topraklarda, ama arabayla bir taş atımı uzaklıktaki villalarında yaşıyorlar.

İstanbul’un ruhlarına sindiği kişiler İstanbul’u terkedemezler. Bütün bu karmaşaya, zorluklara rağmen onlar İstanbul’suz yapamazlar, yapamam. 1950’li yıllarda henüz yirmili yaşlarını süren annem ile babamın geçimlerini sağlayamadıkları Divriği’nin bir dağ köyünden kopup İstanbul’a geldikten sonra Gayrettepe’de bir evde başlayan hayat maceram hala (birkaç yıllık bir kesinti ile de olsa) İstanbul’da sürüyor. Bu ne büyük bir mutluluktur, bilir misiniz? Siz hiç 60’ların, 70’lerin İstanbul’unu yaşadınız mı?

7 aylıkken taşınmış olduğumuz Dolapdere’de hayatımın yirmibir yılı geçti. Dolapdere deyince aklınıza ne gelir acaba? Esrarkeşler, çingeneler, yankesiciler filan, değil mi? Ama hayır, Fürüzan’ın “Beyoğlu’nun Gayya Kuyusu” olarak nitelendirdiği bu yer, Türkiye’nin etnik ve dini mozaiğinin hemen tüm unsurlarına (Türk, Kürt, Çingene, Ermeni, Rum, Yahudi, Alevi, Sünni, Ortodoks, Katolik vb. vb.) mensup yoksul insanların bir kardeş sofrasında oturur gibi yaşadıkları bir yerdi. Şehrin merkezinde bir getto gibi olan bu yerde, insanlığın, dayanışmanın, mertliğin alası vardı. En heybetli binanın ancak üç katlı olduğu, daha çok ahşap veya bir iki katlı müstakil evlerin, her türlü ağacın boy verdiği bahçelerin, açık futbol sahalarının, toprak, parke veya arnavut kaldırımlı yolların bu güzel insanlara yoldaşlık ettiği bir yerdi orası. Ve inanır mısınız, Fatih’iyle, Edirnekapı’sıyla, Samatya’sıyla, K.M.Paşa’sıyla, Tophane’siyle, Balat ve Fener’iyle, Feriköy’üyle, Kumkapı’sıyla İstanbul’un diğer semtleri de aynı böyle yerlerdi. Oraları da tanımlamak için yukarıda Dolapdere için yazdığım yerde Dolapdere yerine bu diğer yerlerin adını koyun ve başka hiçbir şeyi değiştirmeyin, buraları da tanımlamış olursunuz.

Mahalledeki arkadaşlarla, ortaokulda iken kaçamak yapıp Dolmabahçe’de sarayın dibinden denize girer, topladığımız midyeleri mahalledeki topsahasının kale arkasında tuğla üzeri tenekeden yaptığımız ocakta pişirir yerdik. Bu tuğla ve tenekeden yapılan ocak sadece Boğaz'ın midyelerini değil, Dolapdere’nin, Kurtuluş’un, Feriköy’ün sığırcıklarını, güvercinlerini, serçelerini de gördü, ne yalan söyleyeyim!

Mahalledeki arkadaşlarla para biriktirir, üçüncü sigarası alır, her gün bir arkadaşın evden getirdiği kibritle birlikte Feriköy’ün sırtlarına çıkar (şimdi evlerden dolayı iğne atsan yere düşmez buralarda), bir kısmını içer, kalanını naylon torba içinde toprağa gömüp üzerine çıta dikerdik; ertesi gün tekrar geldiğimizde bulabilelim diye. Hafta içinde Dolapdere’deki veya Baruthane’deki top sahasında, hafta sonları ise şimdi gezi parkı yapılan Taksim’deki sahada futbol oynar, ama derslerimizi de ihmal etmezdik.

Kasımpaşa gibi, kimilerine göre sadece Çingenelerin cirit attığı bir yerde okuduğumuz Piri Reis Ortaokulun’dan dört arkadaş Kuleli Askeri Lisesi’ni kazanıp da oraya gittiğimizde Boğaz’ın daha bir tadına vardık. Bilir misiniz, çok sarhoş olup da yalpa yapanlara “Ne lan, Boğaziçi vapuru gibi yalpa yapıyorsun?” diye bir laf söylenirdi buralarda. İşte hafta sonları çarşı tatiline, Boğaz’ın bir o yakasındaki, bir bu yakasındaki iskelelere yolcu almak için yalpa yapa yapa yanaşarak Boğaz’da yol alıp Eminönü’ne varan bu Boğaziçi vapuruyla çıkardık; daha 15-16 yaşlarında idik o zaman.

Kurtuluş’tan Tünel’e veya Balmumcu’ya giden troleybüsün sürekli çıkan boynuzlarını takmak için Taksim’in göbeğinde durdurulan araçtan biletçinin aşağı indiği zamanlarda henüz Tarlabaşı’ndaki bugünün ucube caddesi yapılmamıştı ve Tarlabaşı çok daha şirindi o zamanlar. O daracık Tarlabaşı Caddesi’nin İngiliz Konsolosluğu’nun arkasına denk gelen virajından aşağıya, Ömer Hayyam Caddesi boyunca Kasımpaşa İplikçi’ye yürümenin tadına doyum olmazdı. Haliç’in kenarındaki Deniz Astsubay Orduevi’nin arkasındaki büyük alanda, Verem Savaş Dispanseri’nin aşağısındaki sahada kurulan Bayramyeri’nin bizim hafızamızda çok tatlı bir yeri vardır. Hele hele, bu alanla Tepebaşı arasındaki çamlarla kaplı yamaçta bulunan açıkhava gazinosunda (şimdi yerinde yeller esiyor) oturmak, sade Çamlıca gazozu içerken beyaz leblebi yemek bir başka zevkti bizim için. Ya Kazablanka Gazinosu’na ne demeli? Ortaokul 2. sınıfta iken bütün okul öğrencilerinin katıldığı ve Bülent Oran’ın da şarkı söylediği gecede, benden bir sınıf üstte olan ablam okulun verdiği eteklik ve bluzla teşrifatçılık yapmıştı. Ve o sene mali açıdan iflas bayrağını dikmek üzere olan 7 nüfuslu ailemizden annemin işe girmesiyle durumumuz biraz düzelince ne kadar sevinmiştik! Ortaokuldan çok sevdiğim bir arkadaşımın Camialtı Tersanesi’nde çalışan babasının gırtlak kanseri olduğunu öğrendiğimizde de ne kadar çok üzülmüştük! Hayatımın ilk siyasi sloganlarını da buradaki tersanelerin duvarlarına yazmıştım, daha 14,5 yaşımda iken eniştemle birlikte; “Ne Amerika Ne Rusya, Yaşasın Bağımsız Demokratik Türkiye!” diye. Acemilik işte fırçadan sıçrayan boyalar gri yazlık pantolomu kırmızıya çevirmişti!

İşte dostlar, dahası da var, ama bir zamanlar İstanbul böyleydi. Ve bu şehir böyle böyle benim ruhumu gaspetti. Biz bir bütünüz İstanbul’la, emekçilerin, şehre hayat verenlerin şehri İstanbul’la, Kızıl İstanbul’la, onun bize bizim de ona layık olduğumuz İstanbul’la! Bizi İstanbul’a bağlayan şey geleceğimiz olduğu gibi, bir yandan da yaşamış olalım ya da olmayalım bu şehrin geçmişidir. Ve o İstanbul, terkedilmeyi değil, Vedat Türkali’nin ta 1944 Eylülü’nde dediği gibi “Haramilerin Saltanatı”ndan kurtarılmayı bekliyor hala.

Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm istanbul
Binbir direkli Haliç'inde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniye'nde güneş
Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kumlara sermiştir
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarı'nda depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masallarıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerden gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen köylü sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköy'ün Cibali'nin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
Ve ahmak kadınların selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudakları yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi
baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebelerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakaklarımın ağrısı

Bir kadın kardeş tanırdım
Bir arkadaş karısı
Hasta ciğerlerinin taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalarınla bekle
Ve bir kuruşa yeni hayat satan
Tophane'nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize lâyıksın.