Mesajı Okuyun
Old 17-07-2011, 13:18   #8
Av. Hulusi Metin

 
Varsayılan Savunma sanatı ve görevi

Politikayla ilgili olmadıkça, toplumu pek fazla ilgilendirmeyen konulardan birisi de, meslek
yaşamıdır.

Doktorları güçlükle ayırabilirsek, toplumda hiç bir meslek, özel yaşama avukatlar kadar karışmış değildir.

Avukatın uğraşısı, bir yandan yasama görevine benzer, öte yandan sanat ve edebiyata sıkı sıkıya bağlıdır. Hiç bir meslek, avukatlık kadar eski değildir ve hiç biri büyük bir ülküye, onun kadar soyluca sadık kalmamıştır.

Yaşam karşısında yasalar, daima karanlık ve noksandır. Yasalan aydınlatan ve bir bakıma yasa koyucu gibi de düşünmek zorunda olan, avukatlardır.

Bir yargıcın bulunduğu her yerde, en az iki avukat vardır. (Yargıçlar, davacı ve davalılarla baş başa kalsalardı... Ne kadar sıkıcı olurdu.)

Avukatlar; “Yalnızca bağımsız insan olmayı değil, fakat insanların en bağımsızı olmayı, onur sayarlar”, yalnızca yasaları uygulamakla yetinmezler, hukuku yaratmaya ve yaşatmaya da çalışırlar. Avukat, “hakkın yapıcısıdır”. Avukatlık, bir “savunma sanatı ve görevidir.”

Yasalarımızda “görev” yönüyle avukatlık, “iş sahibi- işçi” ilişkisi içinde ele alınmıştır. “Sanat” özelliği ise, dava dilekçelerinde bile önemsenmemektedir. (İş çokluğu. . . Nedeniyle olsa gerek).

Çok eski zamanlarda, “Müşterinin minnettarlığının ihtiyari vergisi” olarak kabul edilen “hukuksal yardımın” günümüzdeki karşılığı, “vekalet ücreti” ve “avukatlık parası”dır.

Ne minnettarlık duymak, ne de isteğe bağlı da olsa “vergi” ödemek isteyen günümüz insanı için avukata verilen, yalnızca bir “ücret” ve “para”dır.

Ücret ve para.. . tüm görevler . için kuşkusuz, emeğin karşılığıdır. Sanat ise nesnel karşılığı düşünülmeden sürdürülen, “düşünsel” bir çalışmadır.

Savunma sanatı’nın gerçek karşılığı, ancak her davada hukukun ve adaletin somutlaştırılması olabilir. (Ancak önemli olan, iş sahibinin sanat anlayışıdır).

“Yasa insanı” ile ”hukuk insanı” arasındaki mücadele, avukatın iç dünyasındaki hesaplaşmasıdır. (Hukuk devletinde yalnızca yasaları uygulayanlar ile, yasalara ve uygulayıcılarına rağmen hukuk devletini savunanlar arasındaki fark, fark edilmeyecek incelikte, fakat pek keskindir).

Avukat, davasını yasalara dayandırıp, konuyla ilgili örnek kararlar bularak, “görevi”ni yerine getirmiş olur. Avukatın, davasını kazanması ya da kaybetmesi sonuçta, örneğin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun (HGK) kararına bağlıdır.

Yasaya göre, yargıç için uyulması zorunlu olan HGK’nın, o ana kadar geçerli olan ve avukatın da dayanmış olduğu, görüşünü değiştirebilmesi ise, her zaman olasıdır. “Oysa hukuk, insanların alınyazılarını rastlantılara bırakmayan bir disiplinin adıdır.” (Sn. Sani Selçuk, Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı).

HGK’nın o dava için “tartışılmaz kararı” ile, avukatın “yasa insanı” olarak müvekkiline karşı “görevi” sona erer.

Her dava, “kuşku” ile başlar (ve biter).

Yargısal adaletin doğurduğu kuşku ile, “kesinleşen karar” üzerinde avukatın “otopsi” yapması, “görevinden” önce ve sonra, “hukuk insanı” olmasından, olması gerekmesindendir.

“... Yasaların yeterliliğini ve gerçekliğini araştırmayan, kötülükleri eleştirmeyen kimse hukukçu olamaz. Hukukçu korkusuz ve bağımsızdır.” (Sn. Yekta Güngör Özden, Ay. Mah. Bşk. “Hukukun Üstünlüğüne Saygı” s. 54).

Yargıcı (olay hakkında bile) içtihatlarla bağlayan, “düşünce üretmeyen yargıç” isteyen bugünkü yargılama sistemimizde, müvekkilini “hukuk insanı” olarak savunmak, avukat için zor fakat “olması gereken”dir.

Adaletin gerçekleşebilmesi (Ey bakire, gözlerin açılmalı) ancak, “düşünen ve hükmüne güvenen yargıç”ın “direnme kararı” vermesine, verebilmesine bağlıdır.

Yargısal adaleti (içtihatlara rağmen) gerçekleştirebilmek, avukatlık sanat ve görevidir.

Adaletle müvekkili arasında, yalnız bir insandır avukat.

Av.Hulusi Metin,
Cumhuriyet,20.07.1993