Mesajı Okuyun
Old 23-09-2004, 19:43   #21
Av.Habibe YILMAZ KAYAR

 
Varsayılan On Maddede Türkiyede Kadın Hareketi

Siyasal bilimci-yazar Tekeli'nin "Türkiye ve Avrupa Birliği'nde Kadınlar: Ortak Bir Anlayışa Doğru" başlıklı 13 Eylül'de yapılan
uluslararası sempozyumdaki sunuşu

On Maddede Türkiye'de Kadın Hareketi

Kadın hareketlerinin,kısmen kendi başarılarının,kısmen ekonomik ve
siyasal bunalımların sonucu tüm dünyada,özellikle batılı ülkelerde
70'li yıllardaki etkinliğini yitirdiği bir konjonktürde, Türkiye
kadın hareketi, günümüzün en etkin ve canlı hareketidir.



----------------------------------------------------------------------
BİA Haber Merkezi
15/09/2004 Şirin TEKELİ
----------------------------------------------------------------------
BİA (İstanbul) - Türkiye'de "kadın hareketi"nin, on dakikada, on
maddede anlatılmaya çalışılması, bu hareketin batılı kız
kardeşlerimizin hareketlerine göre; yeni, küçük, önemsiz ya da
başarısız şeklinde algılanmasına yol açmamalıdır.

Tersine, ancak önemli ve başarılı bir siyasal hareket, bu kadar kısa
sürede anlatılabilir. Bu konuşmada bunu deneyeceğim. Bu konuşmayı
yapmaya, 1980'li yıllarda gelişen "yeni kadın hareketi"ne ilk
katılanlardan birisi olduğum için seçildiğimi düşünme eğilimindeyim.
Bu beni hem mutlu etti hem de onurlandırdı. Konuşmamı çeyrek yüzyıla
varan (1975-1999) feminist militanlık hayatıma dayandırmam, anlayışla
karşılanacaktır umarım.

Türkiye'de kadın hareketi 1980'lerde başlamadı. Biz bunu seksenli
yıllarda keşfetsek de, Türkiye'de kadın hareketinin geçmişi hayli
eskidir, yüzyıldan önceye gider, Osmanlı'nın son döneminde
başlamıştır. Batılı kız kardeşleriyle ilişki ve etkileşim içinde olan
Osmanlı büyükannelerimiz, 1870'lerden başlayarak, söz söyleme hakkı,
eğitim hakkı, çalışma hakkı ve aile içinde saygın bir yer edinme
hakkı -poligaminin ilgası, tek taraflı bir erkek hakkı olan
boşanmanın kısıtlanması- için mücadeleye başladılar. Kendi adlarıyla
risale ve romanlar yazdılar, gazetelere okur mektupları gönderdiler,
kendi dergilerini çıkardılar, erkeklerle polemiklere giriştiler,
dernekler kurdular. Tanzimat bağlamında devlet katında yapılan
reformları savunsalar da, dönemin reformcu erkekleri kadın hakları
konusunda tutucuydu, Osmanlı değerlerini kadınlar üzerinden muhafaza
etmeye çalışıyorlardı. Kadınlar, kendi adlarına konuşarak bu tavrı
çok ciddi olarak eleştirdiler.

Yirminci yüzyıl başlarında bu mücadele daha da şiddetlendi. Feminist
kadın dernekleri sayıca arttı ve çeşitlendi. Balkan Savaşları ve I.
Dünya Savaşı deneyimi kadınları siyasallaştırdı ve militanlaştırdı.
Öyle ki, Jön Türk iktidarı altında, kadınlar üniversitede okuma,
devlet dairelerinde memur, fabrikalarda işçi olarak çalışma haklarını
kazandılar. 1917 Aile Kararnamesi ile, Müslüman kadınlar da diğer
cemaatlerin yanı sıra, poligamiyi kısıtlayan ve boşanma hakkını
tanıyan ileri adımlardan yararlandılar. Bu, İslam dünyasında bir
ilkti. Oy hakkı, 1919'dan itibaren talep edilmeye başladı. Batılı
süfrajetlerden çok da geride kalmış değillerdi.

Ulusal kurtuluş savaşına aktif olarak katılan örgütlü kadınlar,
Cumhuriyetin kurulmasından sonra, ilk siyasi partiyi "Kadınlar Halk
Fırkası" adıyla kurmak istediler. Ancak kendilerine bir dernek kurma
izni verildi. Türk Kadınlar Birliği, Osmanlı kadın hareketinin
mirasını Cumhuriyet dönemine aktarmada kilit bir kurumdu. Ne var ki,
yeni kurulan ve kısa sürede bir tek parti rejimine dönüşen
Cumhuriyet, 1926'da kadınlara yıllardır savundukları medeni
haklarını; 1930 ve 1934'te siyasi haklarını tanırken, başka sivil
toplum örgütlerinin yanı sıra kadın hareketini de baskı altına aldı.
1935'te Türk Kadınlar Birliği, oy hakkının kazanılması ve ilk kadın
milletvekillerinin TBMM'ye girmelerinin ardından kendi kendini fesh
etmek zorunda bırakıldı.

1935-1975 arasında artık bir kadın hareketinden söz etmek
olanaksızdır. Kadınlar hayır derneklerinde çalışmaya teşvik edilirler
ve "Atatürk sayesinde Türk kadınları Batılı kadınların önüne
geçmiştir" yollu resmi söylem, sonunda kadınları sessiz bir çoğunluğa
dönüştürür. Kadınlar buna rağmen Türkiye'de laikliğin ve cumhuriyet
rejiminin en inanmış destekçileridir. Bu uzun dönemde üniversite
eğitimi ve meslek edinme olanaklarından yararlanabilen seçkin bir
kadın azınlığı, Türkiye'nin "vitrini"ni oluşturur. Ancak, bu
ayrıcalıklara sahip olmayan geniş kadın kitleleri, ataerkil
geleneklerin kırılamaması sonucu, tarım kesiminde ücretsiz aile
işçisi olarak çalışırlar, mülkiyet, eğitim, gelir, sosyal güvenlik
haklarından yoksun kalırlar. Toplumun en ezilen kesimi kadınlardır.

1975'te İlerici Kadınlar Derneği'nin kurulmasıyla, sol kesim
kadınları bu tabloyu sorgulamaya başlarlar. Ancak onları harekete
geçiren motif sınıf mücadelesidir ve işçi sınıfı kadınlarını
örgütleyen bu militan kadınlar, sol hareketlerin erkekleri
kadar "feminizm" karşıtıdırlar. 1980 askeri darbesinin ardından
1980'li yılları Batı ülkelerinde, "sürgünde" geçiren bu kadınların
çoğu özeleştiri yaptı ve 90'lı yıllarda yeni kadın hareketi içinde
yeniden yerlerini aldı. Sürgün yıllarında, 1970'lerde batılı
toplumları derinden etkileyen kadın kurtuluşu hareketinden çok şey
öğrendiler.

Yeni kadın hareketi, ya da feminist hareketin ikinci dalgası,
Türkiye'de, batılı ülkelere göre 10 yıllık bir gecikmeyle de olsa,
1980'lerin başında ortaya çıktı. Sol hareketleri kadın bakış
açısından eleştiren genç kadınların, eğitimlerini yurtdışında, batıda
tamamlayıp dönen genç kadınların ve YÖK yasası nedeniyle
üniversiteden istifa eden genç akademisyen kadınların
oluşturdukları "bilinç yükseltme" grupları, erkek egemen topluma ve
devlete eleştirel yaklaşan yepyeni bir tahlil geliştirdiler. 1989'da
yayınladıkları "Feminist Manifesto" da çok açık şekilde ifade
edildiği üzere, erkeklerin -ataerkil düzenin- "kadınların bedeni,
kimliği ve emeği üzerinde kurduğu" egemenliğe karşı top yekun bir
mücadele başlattılar. Bu mücadelede batılı kız kardeşlerinin
yazdıklarından, eylemlerinden, önerdikleri reformlardan, elde
ettikleri başarılardan çok yararlandılar. Bir yandan da kendi
büyükannelerinin unutulmuş tarihini keşfettiler ve kendi toplumlarına
özgü sorunlara öncelik verdiler.

Yirmi yılını geride bırakmış olan yeni kadın hareketinin önceliği
kadınların "kimliği" ve "bedeni" idi. Batılı ülkelerin çoğunda kocayı
aile reisi ve kadına üstün konumda gören eski medeni kanunlar 1950'li
yıllarda Almanya, İskandinav ülkelerinde, 60'larda Fransa, Belçika,
İngiltere'de, 70'lerde İtalya, Yunanistan'da, 80'lerde İspanya,
Portekiz'de değiştirilmiş, aile içerisinde kadın-erkek eşit konuma
gelmişlerdi.

Oysa Türkiye'de 1926'da dönemin en modern Medeni Kanunu olan İsviçre
Medeni Kanunu'ndan yola çıkarak kabul edilen yasa değiştirilmemişti.
Evli kadın, "reis" kocaya tabi, kısıtlı bir hukuki statüde
bulunmaktaydı. Kimliği yok edilmekteydi. 1985'ten 90'lı yılların
sonuna dek, on beş yıl süreyle, "Medeni Kanun reformu" kadın
hareketinin gündeminde baş sırayı tuttu ve nihayet, 2001 yılında
2002'den itibaren yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun kabul edildi. Bu,
kadınların ve kadın hareketinin en somut başarısı ve büyük bir
kazanımdır.

Baskı altında tutulan ve şiddete maruz bırakılan kadın bedeni,
seksenlerin sonu ile günümüz arasında kadın hareketinin öncelikli
öbür konusu oldu ve her baskı ve şiddet biçimi çeşitli kampanyalara
konu edildi: bekaret kontrolü, aile içi şiddet, tecavüz, cinsel taciz
ve namus cinayetleri bu mücadelenin odaklandığı ciddi sorunlardı.
Bazılarında kısmi başarılar elde edildi: Aile içi şiddet konusunda
kadın hareketi "kadın sığınakları" modelini oluşturdu (Mor Çatı) ve
belediyelerin hareketin geliştirdiği ilkelere uygun sığınaklar
kurması gereğini gündeme getirdi. Bu mücadele halen sürüyor. 1998'de
devlet "Aileyi Koruma Yasası"nı kabul ederek, şiddete maruz kalan
kadınları koruma gereğini tanıdı. Bu da önemli bir başarıdır.

Ancak süreç içinde aile içi şiddetin çok yaygın olduğu ortaya
çıktığından, kurulan sığınakların sayısı yetersizdir ve "muhafazakar"
siyasi partiler kadınların taleplerine direnmektedir. Tecavüz
kampanyası, Ceza Kanunu'nun "kadın karşıtı" yaklaşımını gün ışığına
çıkardı ve 1989'da 438. Madde'nin iptalini sağladı.

1998'de de, "zina" konusunda kadınlara yönelik ayrımcı cezalar
öngören 440. Madde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Ancak,
birkaç maddenin değişmesiyle meselenin hallolmayacağını gören kadın
hareketi, Ceza Kanunu'nun köklü revizyonunu gündeme getirmeyi
başardı. Başta hukukçu kadınlar, kadın örgütleri platformları, halen
TBMM'nin gündeminde olan yeni yasa taslağının kadınların talepleri
doğrultusunda değiştirilmesi için çok yoğun bir lobi çalışması
yürütmektedirler. Nihayet, "namus cinayetleri" 1997'den başlayarak
çeşitli Anakültür gibi kampanyalara konu oldu (Anakültür) ve mücadele
Diyarbakır'da KAMER örgütünün kurulmasıyla ivme kazandı. Birkaç yıl
önce İsveç'i sarsan, Türkiye'den göçmüş bir ailenin kızının "namus
cinayetine" kurban gitmesi üzerine, ne yazık ki kendi de bir cinayete
kurban giden İsveç Dışişleri bakanı Anna Lindh'in Türkiye'ye kadar
gelerek KAMER (Diyarbakır Kadın Merkezi) örgütüne 25.000 dolar bağış
yapması, uluslararası kadın dayanışması adına unutulmaz bir jestti.

Kadın hareketlerinin, kısmen kendi başarılarının, kısmen ekonomik ve
siyasal bunalımların sonucu olarak tüm dünyada, özellikle batılı
ülkelerde 70'li yıllardaki etkinliğini yitirdiği bir konjonktürde,
Türkiye kadın hareketi, yeterince bilinmese de, günümüzün en etkin ve
canlı kadın hareketlerinden birisidir.

Demokratiktir, kendi içinde çoğuldur ve demokrasinin
geliştirilmesinden yanadır. Örneğin, Kadın Adayları Destekleme ve
Eğitme Derneği KA-DER, demokrasiyi kadınlar açısından iyileştirmek
üzere kurulmuş bir örgüttür.

İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin ötesinde, Anadolu'nun irili
ufaklı hemen tüm kentsel yerleşimlerinde kök salmıştır.

Kadınları ilgilendiren her konuyu derinliğine tartışan, çözümler
üreten yüzlerce -350'den fazla- dernek, vakıf, girişim, komisyon -
baroların kadın komisyonları-, üniversite araştırma ve uygulama
merkezi gibi örgütten oluşmaktadır.

Bu örgütler gündemdeki konuya göre değişik platformlarda bir araya
gelmekte ve etkili işbirlikleri kurmaktadırlar. Kadın örgütlerinin en
az yarım milyon kadını seferber ettiğini söylemek yanıltıcı değildir.

Ve nihayet, hemen tüm kadın örgütlerinin, batılı ülkelerdeki kız
kardeşleriyle etkili bir bilgilenme-dayanışma ağı içerisinde
bulunduğu vurgulanmalıdır. CEDAW'ın başkanı ve BM Kadına Karşı Şiddet
Özel Raportörünün birer Türkiyeli kadın olması, Türkiye kadın
hareketinin dünya kadın hareketiyle bütünleşme düzeyinin
kanıtlarıdır.

Dileğim, Avrupa Birliği üyeliği adayı ve üyelik müzakerelerinin
Aralık 2004'te başlamasını umduğumuz Türkiye'de kadınların verdiği
yüzyıllık modernleşme, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin, batılı
kadınlarca hak ettiği ölçüde izlenmesi ve desteklenmesidir. (ŞT/ÖG)