Mesajı Okuyun
Old 29-03-2007, 23:33   #121
Av.Habibe YILMAZ KAYAR

 
Varsayılan

Kız, Kadın, Bayan ve Aradaki İnce Zar

“Bayan”...

Erkeklerimizin, “saygı”larından ötürü kullandıkları bir hitap... mı acaba?

Kullanılışına baktığımızda, “erkek”in karşılığı olarak karşımıza çıkıyor, ama dil kurallarına göre öyle değil. Elbette ki “kadın” sözcüğünün kullanılması gerekiyor. Fakat, gelin görün ki, erkeklerimiz bundan kaçınıyorlar, çoğu kadın da öyle. Gönlümüz rahat bir biçimde birinden “kız” diye bahsedebiliyoruz ama iş “kadın” demeye gelince, sesimiz zayıflıyor git gide, ve çareyi “bayan” demekte buluyoruz.

İşin dilsel temeline baktığımızda, şunu görüyoruz: dilimizde cinsel ilişkiye girmemiş dişi ile girmiş dişi arasındaki farkı anlatacak şekilde kullanılıyor kız / kadın sözcükleri. “Kadın” demek o yüzden sakıncalı. Durumun böyle olmasında, toplumun, cinsel ilişkiye girmiş, yani, zarını “kaybetmiş” kadını artık değersiz ve “kirletilmiş” görmesi önemli rol oynuyor. Zara verilen önem, kendini, dilde yine gösteriyor: bekaretini yitirmek veya kaybetmek. “Kız” iken, kadını saf, temiz ve masum görüyor erkek zihni. “Erkek eli” değmemiş, ve çocuklarının babası olacak erkeğini bekleyen tertemiz bir mahluk erkeğin gözünde “kız”. Kadın ise, artık “şehvetin yasak meyvesini” tatmış, ve “kirlenmiş”. Kadın kötü.

Maalesef bu “zar” algısı, kadının bir kez daha ezilmesine yol açıyor. Evlenmemiş kadınlar “kız” kalmak zorunda hissediyor kendini. Hani olur da kaza eseri “yitirirse” zarını veyahut “evlenme vaadiyle kandıran” biri kadının gönlü var ya da yokken almışsa “kızlığını”, ya kadın ölüme mahkum oluyor, ya da aşağılanıyor. Buna da kadınlar kendilerince bir çare buluyorlar. Diktiriveriyorlar...

Yalnızca toplumun eğitimsiz veyahut örf ve törelerine bağlı yaşayan kesimlerin sorunu değil bu maalesef. Erkeklerin hem sevgililerinden cinsel beraberlik beklemeleri, hem de evlenecekleri kadında – evet maalesef bu yüzyılda hala! – bekaret koşulu aramaları, şehir kültüründe yetişmiş modern addedilen kesimde de sık rastlanan bir durum. Kadınların bekaretlerini kaybetmemeye

çalışmasındansa “diktirme” çözümünü uygulamalarına yönelik ise iki türlü bakış açısı var ki, ikisine de hak veriyorum.

Birincisi, kadınların bekaretlerini korumaları yönündeki erkek baskısına direnmesinin yolunun, cinsel özgürlüklerine sıkı sıkıya bağlı kalmaları gerektiğini düşünenlerin savları. Kısaca şöyle ifade edilebilir: ortalıkta çok fazla bakire kalmazsa bakirelik şartı da kalmaz. Ancak, tabi bu kadar naif bir düşünce değil bu: kadınların, bedenlerinin hakimiyetini erkeğin elinden alması ve erkeğin “bakire olup olmadığını sorgulama” hakkını kendinde bulamamasını sağlamak işin temeli. Bu düşünce yapısına göre, diktirmek geçici, ve bekaret sorgusunu yeniden üreten bir yöntem. Yani, kısa vadede bireysel artısı varsa dahi, uzun vadede bu sorunu çözebilecek bir dinamiği getirmiyor beraberinde.

Diğer tarafta ise, kadının diktirme eylemini bir pasif direniş olarak gören bakış açısı var. Bu bakış açısına göre, cinselliğin tabu olduğu toplum kesimlerinin kısa vadede bu sorunu aşması zaten mümkün olmadığından, kadınların en azından “yaşama” haklarını koruyabilmeleri için bu ara çözümün kullanılabileceği yönünde.

Maalesef, cinselliğini özgürce yaşayamayan kadınların travmaları, toplumu tümden etkiliyor. Kadın ve erkek bu cinsel tabuların acısını farklı şekillerde çekiyorlar, tabi genellikle kadını çok daha büyük acılar bekliyor. Sonuçta, kendinden ve yaşamından memnun olamayan, cinsellik konusunda ciddi psikolojik sorunları olan kadınlar ve erkeklerle doluyor toplum.

Peki, cinsellik, kadını neden kirletsin ki?

İşte burada saklı asıl mesele. Bütün o “namus, haya, erdem” gibi kadın için erkek tarafından belirlenen “standart”lar ve kurallar, aslında, kadının bedeni üzerinde hakimiyet kurma, ve kadının cinselliğini bastırma amacına hizmet ediyor. İktidar perspektifi, erkek tarafından “alınan” kadının, neden “namus” gibi kavramlarla kısıtlandığını açıklıyor.

Erkek, tarihsel gelişim sürecinde, kadının bedenini de savaşları ile kazandığı bir ganimet olarak kurguluyor. Kadının bedeni üzerinde tasarruf sahibi olan erkek, kişiliğini yok ederek, kadının varlık nedenini erkeğe hizmet olarak formüle ediyor. Dolayısıyla, iktidarı altında bulunan tüm diğer “mal”lar gibi, kadının da yalnızca kendine ait olmasını istiyor. Elbette, bu “koruma” karşılığında, kadına istediği gibi davranabiliyor.

Psikolojik açıdan incelendiği zaman da mesele, cinsellik boyutunda önemli bir olguyu açıklayabiliyoruz: Neden el değmemiş? Erkeğin kısıtlı ve kadının bütünsel cinselliği, bu nedenle erkeğin kendini “rekabet”ten koruma dürtüsü, başka erkeklerin daha iyi olabileceği korkusu, tatmin edememe korkusu gibi kavramlar, bu “el değmemiş” isteğini açıklamaya yetiyor. Kadının cinsel yönden aktif olması, erkeğin ona yetemeyeceğini düşünmesine yol açıyor, bu noktada erkek kadının cinselliğini de baskılıyor.

Sonuç olarak, ataerkil düzenin çarkları arasında kadın da erkek de eziliyor, ve gitgide sağlıksızlaşıyor. Ancak, cinayetlerle, şiddetle, baskıyla sürekli yüz yüze yaşayan kadın bu durumdan en fazla etkilenen oluyor, her zamanki gibi. Çözüm ise, kadının artık mal veya meta olarak görülmediği, erkeğin kadından üstün olmadığının kabul edildiği, ve cinsellik ile bedenin iktidar aracı olmaktan çıktığı bir toplumsal yapı kurmakta elbette.

Olgu Yılmaz - Endüstri Mühendisi

http://kadin.muhendisler.googlepages.com/olgu1