Mesajı Okuyun
Old 29-03-2011, 19:07   #166
haarif

 
Varsayılan

İNSANLIĞIMDAN UTANDIĞIM AN

Ceza hukukunda ümanist doktrinin, “suçluyu kazı altından insan çıkar” tezinin ne kadar doğru olduğunu hasbelkader ceza davaları ağırlıklı geçen meslek hayatımda bizzat tanıklık ettiğim onlarca olay ortaya koymuştur. Sanık hikayelerini dinleyip yaşadıkça; Almanya’da bir müddet kalan yazar Cezmi Ersöz’ün “burada her şey dakik, insanların her anı planlı, programlı ancak bir şeyleri eksik, hikayeleri yok” sözü kulaklarımda çınlar. Ersöz şöyle tamamlamıştı o sözlerini: “burada insanlar programlı robotlar gibi, hikayeleri yok. Oysa Anadolu insanı böyle mi? Anadolu’mda sıradan bir insanı dinlese vasat bir yazar, birkaç ciltlik bir roman çıkarır.” Ersöz haklı, hem de yerden göğe kadar. Bizleri okutmak uğruna toprakla adeta boğuşan elleri nasırlı babam, zaferini ak saçlarıyla taçlandıran ayağı öpülesi anam..(anne kelimesi bana nedendir bilmem hep yapmacık gelir, anadır aslolan diye anayı daha çok severim) hepsinin hayatı birer romandır. Bizlerin hayatı da tıpkı ana-babamız gibi…
Ama benim romanından alıntı yapacağım kişi bir hırsız. Mesleğimiz dünyanın en zor mesleği olsa da, sırf renkli kişileri tanıma lütfunu bahşetmiş olmasının hatırına seviyorum mesleğimi.
Yıl 1998. Ilık rüzgarların, yeni burçak tutmaya başlamış dalları okşadığı, tabiatın uyanmaya başladığı, rüzgarın tatlı ıslıklar çaldığı, rahmet ve minnetle yadettiğim, kitaplarıyla asya steplerini tanıyıp bozkırı sevdiğim Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov’un “toprak ana”sının ısınmaya başladığı bahar günleri.
Bir arkadaşımızın tanıdığı olan ve gözaltına alınan hırsızlık zanlısının kolluk sorgusunda hazır bulunmak üzere karakola gidiyorum. Sanığımız 19 yaşında, taşı sıksa suyunu çıkaracak bir genç. Kuyumcudan künye çalarken yakalanmış, eylem teşebbüs aşamasında kalmış… Emniyette ifadesinde bulunup savcılığa sevkini bir an önce temine uğraşıyorum. Savcılık ifadesinde, alnındaki kırışıklardan insan sarrafı olduğu anlaşılan, Sanığa suçlu gözüyle bakmayan savcı bey tutuklamaya sevke dahi gerek görmeden Sanığımızı serbest bırakıyor.
Mesleki merakımdır, her ceza davasında suçlu prototipini tanımak amacıyla Sanıklarla mutlak surette bir vesileyle muhabbet kurmaya, en azından bir yemek yeme, çay-kahve veya sigara içme faslıyla yakın olmaya, hayat hikayelerini dinlemeye gayret ederim. Bu gayretkeşliğimin zaman zaman başıma iş açtığını da dile getirmeden edemeyeceğim.
Hırsızlık Sanığı genç, anne-baba sevgisinden yoksun büyümüş, bir müddet yetiştirme yurdunda kalmış ancak yurda uyum sorunu nedeniyle yurttan da ayrılmış, birkaç arkadaşı ile derme-çatma bir kulübede adına yaşamak denirse yaşıyor. Daha sonra dava sürecinde sabıka kaydı celbedildiğinde adeta küçük dilimi yutmuştum. Yirmi bir sabıka kaydı mevcut olan gencin sabıka kayıtlarının hepsi TCK 491(basit hırsızlık). Cezalarının çoğu da, 55 maddeden yaş küçüklüğü indirimiyle paraya tahvil veya tecil edilmiş. Ancak daha sonraki aynı neviden suçları tekerrüre esas teşkil ettiğinden tekerrür eden bir kısım suçlarından ıslahevinde ve gençlik ceza evinde iki yıldan fazla ceza yatmış.
Çaresizdi. Sevgisizlik ve ilgisizlikten olsa gerek, mevcut yaşından yüz yıl daha yaşlıydı desem abartmış olmam. Konuştukça anlıyordum ki yarını yoktu, geleceğe dair hiçbir ümidi, beklentisi, daha da ötesi hayali dahi yoktu. Bu günü nasıl kotaracak, geceyi nasıl geçirecekti, yalnızca bunu düşündüğünden günü yaşıyor, yaşadığı hayat yarınını düşünme imkanını bahşetmiyordu.
Sanığın bu eylemini meri mevzuatımız suç addetmektedir doğal olarak… Uygulamacı da yasa koyucunun yaptığı yasayı tatbikle mükellefti, ceza verilecekti doğal olarak. Ama bu insanları en iyi biz avukatlar anlıyorduk, tıpkı üstat meslektaşımız Adnan Ekincinin deyimiyle çaycı ve mübaşirlerin adli camiada avukatları en iyi anlayan insanlar olduğu gibi…
Burada amacım ne suçu meşrulaştırmak, ne de suçluyu övmektir. Her suçta Sanık yanında suçun mağdurunun da olduğunu, suçtan neticeten Devletimizin zarar gördüğünü, C. Savcılığının varlık sebebinin de devletin suçtan zarar gören olması olduğunu her meslektaşım gibi az çok idrak edebilmekteyim. Sinop Cezaevinde “aldırma gönül”ü yazan Sebahattin Ali çok sevdiğim Kuyucaklı Yusuf romanında, olayların içine insanı o kadar başarıyla çeker ki, okuyanlar bilir; roman bittiğinde eşkiyaya bile maruz kaldığı muamelat karşısında kısmen de olsa hak vermeye başlarsınız. Sanık genç M.B. işte böyle birisi.. Ana-babasız, evsiz, sevgisiz, parasız, kenanda bir kuyu, kuyuda bir yusuf. Kısaca varı yok, yoku ise sayılamayacak kadar çok…
Kaderin garip bir cilvesi, tesadüf mü dersiniz tevafuk mu bilmiyorum. 2000 yılı sonlarında Maltepe pazarında tezgahlar soyulmuştu, tezgahı soyulan hoca lakaplı (aşırı okuduğundan diğer esnaf bu lakabı kendisine uygun görmüştür) Müvekkil Y. adına şikayet işlemlerini yürüttük. Birkaç gün sonra da hırsızlık büro amirliği bizi aradı, şüphelilerin yakalandığını söyleyip emniyete davet ettiler. Y. Hocayla Ankara Emniyet Müdürlüğü hırsızlık büro amirliğine gittik. Sanıklar dört kişi hepsi genç, çaldıkları malların büyük bir kısmı ellerinde yakalanmış. Şikayetçi olup olmama ve malları teslim alma hususunda beyan veriyoruz. Bir de ne göreyim: M. B. Sanıkların içinde, oysa kuyumcudan künye çalmaya teşebbüs olayından sonra kendisine karınca kararınca yardımcı olmuş ve olmaktaydım. Ondan da bir daha hırsızlık yapmayacağı sözünü almıştım. Yüzüme bakamayışını, ürkek bir tavşan gibi bakışlarını, sözümü tutamadım affet dercesine boyun büküşünü kaçırışını idame-i hayatımca unutamayacağım.
Sözünü tutamamış, yine hırsızlık illetine musallat olmuştu. Y. Hocam şikayetçi olmadı. Gerekçesini sorduğumda yüzüme Osmanlı şamarı gibi inen o cevabı verdi:
-Bu genç yaşında bu insanlar hırsızlık yapıyorsa toplumun duyarsız bir bireyi olarak bu suçu işlemelerinde, bir gün dahi hallerini ve hatırlarını sormamak suretiyle iştirakim mevcutken şeriklerim hakkında nasıl şikayetçi olayım? Yüreğim kabardı, duygu selinde boğulmak üzereydim, eşyası çalınmasına rağmen şikayetçi olmayan hatta hırsızların bu eyleminde kendisinin de sorumlu olduğunu düşünen duyarlılık abidesi Müvekkilimin bu tutumu karşısında insanlığımdan utanmıştım. Kıtlık zuhur ettiği zaman hırsızlık yapanların elini kestirmeyen Hz. Ömer’in adaletinin günümüzde adeta tecellisiydi hocanın bu tavrı.
-İnsanların birbirini metelik uğruna katlettiği ülkemde sizin gibi yüz duyarlı insan olsa bu hırsızlık, gasp ve kapkaç olayları asla olmaz hocam diyerek elini öpmeye kalktığımda, hocam buna izin vermeyip beni can evimden vuran son sözünü söyledi:
-Şimdiden iki kişi olduk avukatım, doksan sekiz kişi kaldı ümidini kaybetme.