Mesajı Okuyun
Old 23-12-2006, 11:29   #16
Tulin

 
Varsayılan

11/12/2006

Hava soğuk yağışlı karanlık ve bademciklerim şiş. İçimdeki ses git, git diyor dinlesem mi acaba?

Eşyalarımı topladım, yağmur yeni başladığına göre sürebilir bu hava günlerce, olası ayrılma durumuna karşı sırt çantamı resepsiyona bıraktım. Otelin lokantası bu gün kapalıymış, hemen karşıda pastane var oraya koştum ama yağmur yinede sırılsıklam etti beni. Şemsiye taşımayı sevmiyorum.

Kahvaltı sonrası adımımı dışarı atar atmaz rikşacı ordusuyla karşılaştım bu kez pek ihtiyacım vardı onlara, ve biriyle fiyatta anlaştım tüm gün söylediğim yerleri dolaştırmayı kabul etti(400 rupi). İlk olarak Pasupatinate gittim, bir Hindu tapınağı Bagamati nehri kıyısında.

Nehrin iki yakasını bağlayan tek köprü var görünürde ve tapınak tarafında zenginler diğer tarafta fakirlerin ölülerinin yakıldığı ghatlar var. Şansımıza bir ölü yakma töreni başlamak üzere. Bir çok turist benim gibi merakla bekliyor yerlere oturmuş.

Beden yakılınca ruh daha kolay ayrılırmış bedenden Hindu inanışına göre. Dedim ya anlatanın yalancısıyım. Bir sedye üzerinde beyazlara sarılmış ince upuzun ölü beden ölüm sessizliği içinde saygıyla omuzlarda taşındı, odunlarla önceden hazırlanmış ghata doğru ve yavaşça odunların üstüne kondu. Biri incecik uzun boylu diğeri onun yarı boyunda başları usturaya yeni vurulmuş iki insan (sonradan öğrendiğime göre erkeler katılırmış bu ayine sadece) bir başka adamın yönlendirmeleriyle ellerinde tütsüler arada bir şaşırarak, sendeleyerek üç kez saat istikameti yönünde döndüler ölünün etrafında. Arada bir yönlendirici adamın uyarmasıyla bazı işaretler yaparak töreni bitirdiler. İkisinin de üstünde bembeyaz yöresel giysiler vardı. Sonra alnından öptüler ölüyü. Uzun olan yani daha çok şaşıran tutuşturdu samanları önce sonra diğeri. Ölünün ağzı bantlanmıştı ve sakalı vardı. Beyaz giysili iki adam ağır hareketlerle on metre uzaklıktaki taş divana bağdaş kurarak vakarla oturdular ve yanışı seyretmeye başladılar. Tören kalabalığı yirmi kişiyi geçmezdi, biz turistler nehrin tam karşısından izliyorduk olan biteni. Hemen yan tarafta nehre inen merdiven basamaklarında bir berber bir adamın başını usturaya vuruyor, dökülen saçlar doğruca nehre.

Nehirin akışı yer yer birikinti tepeleriyle engellenmiş. Yeni atılmış ipe dizili taze çiçek kolyeler canlılığın sembolü kirli nehirde, nerdeyse kokusunu alabiliyorum.

Nepal de berber dükkanı görmedim hiç, berberler aynalarını kah ağaca kah bir duvara asarak sokakta hizmet veriyorlar müşterilerine. Bu sonuncusunda müşteri elleriyle tutuyor aynayı, berberin ise aynaya ihtiyacı yok besbelli.

Önce odunların sonra kefenin sonrada bedenin yanan et kokusu birbirine karışmaya başladı. İnsan ölmüş babasını yaktıktan sonra nasıl ızgara et yiyebilir ki… Yemiyorlar zaten.

İçim fena oldu genzimde ilk kez yanmakta olan insan bedeni kokusu, fotoğraf almak istemiyorum yol boyunca dizilmiş lingamları (vajen- penisin birleşmesini sembolize ediyor taşıyıcı hayvanı inek) geçerek Guhyesvari tapınağına doğru yürüdüm daha doğrusu tırmandım. Bu lingamlarda havama hava kattı yani, öff.

Bir ölünün yanması yaklaşık dört saat sürüyormuş 400 kilo kadar odun harcanıyormuş ve bazen kalça, göğüs kemikleri tam yanmayabiliyormuş. Sonrasında küller ölünün bedenindeki değerli takılar ve eşyalarla birlikte nehre atılıyormuş. Bu yüzden ölü yakıldıktan sonra insanlar nehirde değerli eşya arıyorlar yarı bellerine kadar suda ve ellerinde elekler; altın arayıcıları gibi.

Tapınağa özür dileyerek sokmadı beni askerler sadece yerel halk ve hindular giriyormuş.

Dönüş yolunda renkli giysileriyle boyalı yüzleri bellerine inen saçlarıyla Sadular gururla oturuyor lingamların önünde ve selamlaşıyoruz. Sadular günlük ihtiyaçları kadar dilenirlermiş.

Nehir kenarına döndüğümde hem izleyici hem de törene katılanlar azalmıştı koku daha keskin ve havaya yapışmış hiç gitmeyecekmiş gibi.

Rikşayla Swayambunath tapınağına gittim. Yolda misketleri duvardan sektirerek oynayan çocuklar “hello hello” diye sesleniyorlar ve hemen poz veriyorlar. Etraf tütsü kokuyor. Ciddi bir arama yaptılar tapınak girişinde ve Budanın altın sarısı kocaman heykeline ulaştım tepenin sonunda.

Bir odada metalden devasa dua çarkı etrafında daire şeklinde onlarca dua çarkıyla çevrelenmiş sırayla dokunarak döndürüyorlar ve dua mırıldanıyorlar sonrasında çanı mutlaka çalarak.

Etrafta bir sürü maymun koşturup duruyor buraya maymunlu tapınak da deniyormuş.

Bordo giysileri, usturaya vurulmuş, kafaları huzurlu yüzleriyle budist rahipler manzarayı tamamlıyor. Ben de uyuyorum onlara, dua çarklarını çevirip vuruyorum çana.



Dua çarkları

Beyaz bir kubbenin üstünde göğe yükselen stupanın altında dört bir yana bakan Buda’nın gören gözleri.

Kubbenin üstüne çıkarak dört bir yanı seyrettim bende evlerin çatıları balkonları renkli eşyalarını bir bir kaydederek zihnime.
Bir süreliğine güneş açmıştı içimi ısıtarak.

Bodhnat tapınağı yakındı, bir önceki tapınağın havası vardı biraz daha küçüktü sadece.

Bir çeşit resim sanatı tekniği olan Tankha bu bölgede yaygınmış hatta dünyanın en güzel tankhaları burada yapılırmış. Bir kaç okul kalmış bu geleneği sürdüren. Israrlara dayanamayarak küçük boyda maskeler ve iki duvar takvimi alıyorum el yapımı kağıttan.

Size bu satırları günler sonra Jaıpurdan yazıyorum tabii ve şu anda internet kafeyi birbirine kattı ufacık bir fare, ayağı kırılmış muhtemelen kaçamadı da zavallı sonra küçük bir kız aldı götürdü fareyi)))))

Neyse nerde kalmıştık Kral Malla hoş görülü bir kralmış ve göç eden hindular için kurmuş bu tapınakları ve burada çok seviliyormuş bu kral. Malla’nın uzunca bir kaide üzerinde bir heykeli var ve hemen arkasında bir kobra üzerinde de bir kuş sanki gerçekmiş gibi duruyor. İşte bu sevilen kral bu kuş uçtuğunda yani doğal olarak kobrada kımıldadığında tekrar dirilecekmiş. Ya da tam tersi önce kobra kımıldadığında sonra kuş… Neyse.

Hemen karşısında Krişna tapınağı çatısı güvercin kaplı. Onun yanında da Visnu tapınağı var ama hiç kuş yok etrafında. Söylentiye göre bu tapınağın içinde canlıları öldüren bir heykel varmış işte bu yüzden kuşlar yaklaşamazmış bu tapınağa ne kadar doğru bilemiyorum ama ben de pek hoşlanmadım oradan.

Gezinin sonunda şirin güleç rehberim önemli bir tankha okulunu gezmek için davet etti, burada satış yapılmıyor bir şey almak zorunda değilsiniz diye de ekledi. Kanmadım ama öyle nazikti ki ziyaret etmekte de sakınca görmedim.

Dersliklerde kızlı erkekli gençler el dokuma keten olan tuallere thanka yapıyorlar. Bu biraz bizim minyatüre benziyor. Sorumlu öğretici ressam odasına götürdü bizi ve bitmiş thankaları gösterdi. Aslında Thanka stiliyle yapılmış mandalalardı bunlar. Mandala en başlarda budist rahipler tarafından yapılıyormuş; fırça kullanmadan taştan boyalar bir bıçakla yere yayılmış bez tuallerin üzerine sıyırılarak resim spontal olarak ortaya çıkıyormuş. Her bir mandala eşsiz (kopyeleri yok) oluyor ve yıllar sürüyormuş bitmeleri ve de daima dünya barışı için, sevgiyle yapılırlarmış. Sonrasında da biten Mandala törenle nehre bırakılıyormuş; tuale yapışık olmadığından toz boyalar hemen suya dağılıyor sudan tüm dünyaya yayılıyormuş. Dokuz çeşit mandala varmış.
Eh bu kadar dinledikten sonra bir tane satın almadan ayrılamazdım keseme uygun bir sevgi mandalası da ben aldım.

Planladığım ziyaretlerim bitmişti ve çok acıkmıştım, rehberle rikşayı bulmak üzere okuldan ayrıldık hava puslu ve yağmaya devam ediyor. Yolda sadece kapısı olan derme çatmadan beter bir lokanta gördüm nefis baharatlı yemek kokuları geliyordu. İçerde iki ihtiyar yemek yiyor, üç erkek çocuğu masalar sandalyeler arasında oynuyordu. İçerisi loştu ve girişteki toprak ocakta bir tencere kaynıyordu rehberi de davet ettim ama o bana katılmadı, buranın pis olduğunu hastalanabileceğimi söyledi.
Aldırmadım ona bu yolculuğa çıkarken tanıdıklar yemekler konusunda yeteri kadar uyarmıştı beni ama ben yemek yemeyi seven bir kadındım.

Karıştırdım içindeki kepçeyle yemek kazanını bir cins mısır kaynıyordu ve yan tezgahta börekimsi taze pişmiş yiyecekler. Metal küçük yemek çanakları kullanılıp şöyle bir sudan geçirilerek üst üste dizilmiş tatlı kaşıkları aynı şekilde bir metal tepside duruyor. Ben içeri girince çocuklar kıkırdamaya başladı bana bakarak ve yaşlılar yer açtı. Tabaklardan birini alarak çantamdan çıkardığım kağıt mendille sildim çocuklar işi azıtmış parmakla beni göstererek katıla katıla dalga geçiyorlar ve her hareketim onların dalgalarını daha da artırıyordu. Maymun olmuştum ama kim aldırır çocuk işte, pek de sevimliler arada bir dil çıkarıp şaşı olarak iyice katılttım onları. Çantamdan eksik etmediğim kaşığımı çıkararak çocukların gemi azıya almış kahkahaları arasında tıka basa karnımı doyurdum, gerçi biraz zor oldu küçücük tabak, kaşıklarla, birkaç kez kalkıp tabağımı doldurmak zorunda kaldım. Dilde anlaşamayınca kendi servisimi kendim yapmama bir şey demediler. Sanki ilk kez bir yabancı orada yemek yiyormuş gibi herkes beni seyrediyordu.



Sokak lokantası

Rehberim kapıda beni bekliyordu içeri bile girmeye tenezzül etmedi, biraz da bozulmuştu onun izni olmadan burada yememe. Ona bu kadar lezzetli şeylerin birine dokunmasının imkansız olduğunu söyledim. Ama bana küsmüştü.

Rikşayla otele döndüm resepsiyonistle telefonun başına oturup tüm otobüs terminallerini aradık ama tek yol yerel otobüslerle gitmekti Pokhara’ya ve okuduğum yazılara göre bu iyi bir yol değildi. Ama gitmekte karalıydım bu havada dışarı çıkamayacaktım birkaç gün, taksiyle otobüs terminaline gittim biz girerken bir otobüs çıkıyordu ve yarı bedeni dışarıda muavin Pokhara diye bağırıyordu. El ettik taksi sürücüsüyle aynı anda ama otobüs hemen hız kesemedi, bayağı bir uzakta durdu daha doğrusu akan trafikte duramadı da yavaşladı, muavin koşarak geldi sırt çantamı aldı o önde ben arkada otobüse koşuyoruz iki yüz metre koştuktan sonra nefes nefese yakaladım otobüsü ve attım kendimi içine.

Koridordaki eşyaları ve yolcuları atlayarak bu kalabalıkta boş olmasına şaşırdığım en arkadaki koltuğa attım kendimi. Aaa camlar yok ve inanılmaz bir soğuklukta rüzgar esiyor oturmamla kalkmam bir oldu, muavine el ettim camın kırık olduğunu önlerde bir yer bulmasını söyledim o da işaretlerle başka yer olmadığını söyledi sırıtarak, kentten çıkıyor olmamız cesaretlendirmişti onu. Ama ben pek umursamadım şoföre bağırarak durmasını ineceğimi söyledim tüm otobüs bana bakıyor ben dur ineceğim diyorum montum sırılsıklam bu camsız koltukta bir saat gitmek beni dondurur. Ciddi ve ısrarlı olduğumu anlayınca önden ikinci koltukta yer açtılar bana. Muavin daha saygılı artık yüzündeki sırıtışta kayboldu. Benim cam kapalı ama arkamdaki cam hafif aralık dışarısı iki derce kaloriferi aklınıza bile getirmeyin. Kapşonumu başıma geçirdim. Saat akşamın sekizi gittikçe ışıklar azaldı öndekiler yorganlarını örtündü arabanın gürültüsünden başka ses yok. Şoför mahalli anlatılamayacak şenlikte; başının üstündeki alanda yaklaşık on kadar açık saçık kadın resmi var, etrafında bir sürü el örgüsü işlemeli örtüler, çoktan çöpe atılması gereken yapay çiçekler…Kara mizah yaaa.
Sadece şoför mahallinin ışıkları açık olduğundan çıplak kadın resimlerine spot yapmış gibi. Yani göz gözü görmüyor da sadece resimleri görüyor. Dayanamadım ve fotoğrafını çektim umarım linkle sizde ulaşabilirsiniz bu görüntülere.



Otobüsten manzaralar

Yolda molalarda insanlar hemen oracıkta tuvalet ihtiyaçlarını gideriyor, tuvalet olsa bile içine girmek sağlık açısından sakıncalı.

Gözümü kırpmadım ve sekiz saat sonra Pokharadyım. Ya bu iç ses bazen yanılıyor mu ne beni bu berbat yolculuğa apar topar çıkardı.

12.12.2006

Sabaha karşı saat beş gibi zifiri karanlıkta otobüsten indim etrafta hiç ışık yok arabanın farlarından başka. Yolun karşısında loş bir lokanta ve içinde bir adam masaları yerleştiriyor.

Sırt çantam üstüne yatılanlar tarafından kaykılmış, aldım onu ve eşyaların, insanların üstünden atlayarak indim. Hemen yanımda bir taksi soförü belirdi, bu kez sevinçliyim onu gördüğüme ama sadece bir taksi var. Pek güvenilir gözüküyor geride bıraktığım muavin ve otobüse nazaran, başka seçenek de yok zaten. İnternetten aldığım otelin adlarını uzattım yola koyulduk.
Yaklaşık yirmi dakika sonra binaların bulunduğu bölgeye ulaştık yolda gördüğüm ilk otelin kapısını şoförle birlikte yumrukladık ama kimse çıkmadı. İkinci otelde şansımıza kapıda zil var uzun bir bekleyişten sonra gece karanlığı kadar karanlık bir adam açtı kapıyı ağır ağır.
Odalar fena değildi fiyatta sekiz usd elimdeki adresten de emin değilim kalmaya karar verdim taksi şoförü insaflı sadece üç usd istedi, bence de uygundu.

Saat on gibi uyandım kahvaltıdan sonra göle doğru yürüdüm. Buraya geliş sebebim hem göl kenarında dinlenmek hem de Himalayaların eteğindeki en ünlü dağ olan Macapucarıyı görmek. Hava pırıl pırıl ama yükseklerde sis var.
Yol üzerindeki seyahat acentalarından birinde sınıra gidebileceğim otobüs baktım ve bilgi aldım. Adam iki üç gün sis olabileceğini muhtemelen Macapucareyi bu günlerde göremeyeceğimi söyledi.

Havanın ne zaman açacağı belli olmaz yolcu yolunda gerek, göle doğru yola koyuldum.

Ama süpriiizz hemen sağda bir binanın önünde erkekler ve erkek çocukları davulunda bulunduğu müzik aletleriyle yüksek volümlü müzik yapıyor. İzledim biraz, onlarda beni izledi sonra bilgi verdiler bir düğünmüş meğer, gelinle damat üst kattalarmış. Yani kuaför yazan binanın üst katında.
Davete nazlanmadan uydum ve dar merdivenleri tırmanarak gelin odasına girdim. Damat geldi onunla da tanıştık karşılıklı sorularla biraz vakit geçirdik gelinin makyajı bitmemişti makyaj sonrası resim çektim. Kırmızı bir giysi giymişti gelin ama asıl eğlence akşammış, gelinin kostümü değişiyormuş, yine kırmızı olacakmış giyeceği, akşam eğlencesine davet ettiler beni, yetişirsem geleceğimi söyledim; yedide başlar en geç dokuzda bitermiş. Yanımda getirdiğim çiçekli renkli saç tokalarını kızlara hediye ettim, karşılıklı iyi dileklerle ayrıldım düğün evinden.



Gelin ve akrabaları

Göl küçücük bir baraj gölü ortasında bir tapınağın olduğu adacık var. Kayıkla oraya gittim yerli halk tapınağı ziyaret ediyordu. Kimileriyle konuştuk adanın diğer karşı kıyısının tepesinde görünen başka bir budist tapınağı var ama o tepeye yürüyecek halim yok, kayıkla geldiğim kıyıya döndüm. Yerlilerle ettiğim sohbetlerden edindiğim bilgiye göre yakındaki bir köyde kadın el dokuma sanatları kooperatifi varmış ve kadınlar el ürünlerini başta halı olmak üzere orada satıyorlarmış. Zaten gideceğim Devi şelalesine de yakınmış. Sora, sora oralara giden otobüsü buldum ve Devi şelalesine gittim. Buralarda sokak isimleri, kimi yerlerin adları hikayeleri farklı, farklı. Örneğin aradığım bir tapınağın adını sorduğumda bir süre düşündükten sonra yerel adlarıyla tekrarlıyorlar işte bu Devi söylencesi de farklı. Bir tanesine göre; Davit adlı bir genç sevgilisiyle burada yüzerken (bu suda yüzüp kurtulan olmamış henüz) boğulmuş söylene, söylene adı Davi şelalesi olup çıkmış. Söylencenin keyifli tarafı da bu işte.)))

Muhteşem bir manzara vardı kısa ama gürül, gürül bir şelale kayaların arasından mağaraların altından geçerek ve dolanarak göle karışıyor, anlatılacak gibi değil, harika,insanın atlayası geliyor ama her yanı güvenlik telleriyle kaplanmış.

Az ileride ortada bir dilek havuzu var ortasındaki çıkıntıya bozuk paralar atılıyor eğer suya düşmez çıkıntıda kalırsa dileğin oluyormuş üç adet bir rupiyi attım ardısıra ama ancak biri çıkıntıya tutunabildi. Diğerleri suya...

Şelalenin kapısında yerel rehberler karşıladı yine birini almadan kurtulamayacağımı anladım ve en küçüğünün rehberliğini kabul ettim sekiz on yaşlarında bir çocuk bu, beni kooperatife götürecek meğer ne yakınmış on beş dakika yürüdükten sonra köyde ve kooperatifteyiz.



Halı için yünler eğriliyor

Hemen girişte bahçesinde bir ağaç var çocuğun söylediğine göre kutsal bir ağaçmış bu, bir tür tapınak, dallarında renkli tüller asılmış. Kooperatif gayet modern, halılar kaliteli ve zevkli üstelik ucuz ama nasıl taşıyacağım. Bir tane el dokuma çanta aldım, atölyeye gittik sonra.
Birçok kadın ip eğiriyor halı dokuyorlar lafladık hepsiyle. Bahçede hiç alakasız gibi görünen bir nine dua çarkı çeviriyor. Acıktım dedim kadınlara bana hemen yakında köy lokantası olduğunu söylediler hem de iki taneymiş biri vejeteryen biri değil. Değil i seçtim tabii ve rehberle on dakika yürüdük, oturduk bir masaya meğer rehber budistmiş, et yemeyeninden. Sadece bir şeyler içti ve beni köyden çıkarıp otobüs durağına bırakıyorduk ki başka bir süpriz. Bir budist tapınağı ama süpriz içeride ayin olması. Yirmi kadar genç budist rahip bir köşeye iki yaşlı rahibi almış dikdörtgen şeklinde sıralanarak bağdaş kurmuş ilahiler söylüyor her birinin arkasında çocuk rahip adaylar bağdaş kurarak oturmuş, üç nesil rahip, selamladılar beni bende oturup sonuna kadar izledim resimler çektim.



Küçük budistler

Tam ayrılırken rahiplerden biri beni arka taraftaki büyükçe bir camekanın yanına götürdü camekanın içinde oldukça büyük bir barış mandalası vardı. Buradaki deneyimli rahipler yapmış ve yapımı iki yıl sürmüş önümüzdeki ay törenle suya bırakılacakmış. Suya, buharla havaya, rüzgarla dünyanın her yanına… Dünya barışına sessiz ama derin bir katkı. Bunu anlamak için budizmi bilmek gerek. Huzur içinde vedalaştım rahiplerle beni dış kapıya kadar geçirdiler. Bahçede daha önce hiç görmediğim ilkel bir ocak
Vardı, güneş enerjisiyle çalışıyormuş ve tapınaktakiler yemeklerini burada pişiriyormuş, alet basit görünmesine karşı çözemedim türlü.

Otobüsle on dakika gittikten sonra yolda indim kalan yolu yürüdüm. Yol boyu solum göl sağım şirin dükkanlar. Göl kıyısında bir kadın derme çatma bir çatının altında çay yapıyor ama metal fincanların ayna yansıması taa bana kadar ulaşıyor, o kadar temiz ki fincanlar pırıl, pırıl parlıyor. Bir büyükçe masa sekiz sandalyeden ibaret bir kahve burası. Pırıl, pırıl bir demlikte dodualı çay kaynıyor. İki fincan içtim çok lezzetli kadınlarla lafladık budistler ama et yiyorlarmış ve ana kız işletiyorlarmış tek masalı bu kahveyi.Dodualı çayda çay, tere yağ, süt ve şeker var,eğer şeker istemiyorsanız bunu baştan belirtmelisiniz.



Pırıl pırıl bardaklarda dodualı çay keyfi

Hava biraz açar gibi oldu Himalayaların karlı tepeleri gözüktü yer, yer ama hangisi Macapucare onu bilemem.

Hava kararmaya soğumaya başlarken ben de merkeze yaklaşmıştım. Kimi dükkanlara girip çıktım Nepallilerin yerel giysileri satılıyordu ve hemen oracıkta dikiş diken terziler bedenini bana göre ayarlayacaklarını söylediler.

Bir tane nepal el dokuma yatak örtüsü aldım. Hava kararmış, iyice soğumuştu.

Otele bayağı yaklaşmıştım ve bir binadan canlı müzik sesi geliyordu yangın merdiveni gibi bir merdivenden sesi takip ederek yukarı çıktım, tipik Tibetli kızlı erkekli altı genç Tibet müziği yapıyorlar. Kendime bir lakşi ısmarladım (sütten yapılmış bir içecek)ve konseri izledim. Herkes hem bir şey çalıyor he de sırayla şarkı söylüyordu benden başka salonda üç Nepalli daha vardı. Bir saat dinledim ve otele geri döndüm. Sabah sat beş buçuğa otobüse bilet almıştım erkenden yattım.