Mesajı Okuyun
Old 11-05-2009, 13:30   #17
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

12.ÖRNEK:

http://www.radikal.com.tr/Radikal.as...&CategoryID=40


Okumanın sırları




08/05/2009

Okumayı çekici kılan, hayallerin karşılıklarını bulmaktır. Okuma, Mrs Dalloway ile aynı sokaklarda dolaşmak zor olduğunda Hemingway ile kırları ve dağları dolaştığımız bir dünyayı ayaklarımızın altına cömertçe serer

SEMİH GÜMÜŞ (Arşivi)


İlk okumada bütün gizlerini çözemediğimiz bir metne bağlanmak olanaksız gibidir. Bu arada aslında beğenilerimize tam uygun olan kitapları anlayamadığımız için yarıda bıraktığımız da olur. Pek hoşlanmadığımız, ama okumaya zorunlu olduğumuz pek çok kitabı da neden sonra belleğimizden sildiğimiz gibi. Belki yazarına yüzümüz tutmadığı için hoşlanmadığımızı itiraf edemediğimiz kitaplar arasında sabırlı olanlarımızı sonunda yanlarına çekenler, giderek başucumuza koyduklarımız da az değildir.
Marcel Proust’un Okuma Üzerine kitabıyla bu küçük serüvenlerden birini yaşadım. Nisan Yayınları’nın güzel bir küçük kitap tasarımıyla yayımladığı Okuma Üzerine’yi o günlerde doğru dürüst tamamlayamamıştım. Proust’un bu sıra dışı denemesi, dokuz yıl aradan sonra Notos’ta yayımlanırken okuma ödevlerim arasında bir kez daha yer aldı, ama birbirimize gene ısınamadık; ben onun taşıdığı hayalleri paylaşamadığımı biliyordum, belki nasıl okumam gerektiğini anlayamamıştım, o da benim adam gibi okurlarından biri olamayacağımı görüyordu. Yayımlamaktan gurur duymuştum duymasına, ancak onun birkaç yüz tane satılıp raflarımızda kalacağını düşünürken, nasıl bir tılsımlı dokunmanın sonucuysa, sürekli satılan kitaplardan biri olarak kıpır kıpır hareket etti Okuma Üzerine. Her ay düzenli olarak kitapçılardan istendiği için bir yılı biraz aşkın bir süre sonunda tükendi, bu arada yeni basımı yapılırken ben de kendimi yeni bir okumaya hazırladım. Proust’un satırları arasında bir şey vardı var olmasına ve benimki nasıl bir zavallı okumaydı ki onu görmekte bu denli güçlük çekiyordum.

Sesli okumanın tılsımı
Belki kendi yazdıklarımı yayımlanmadan önce birkaç kez sesli okuduğum gibi, derin yapısına girmek ya da Proust’un sözcüklerinin görünen anlamlarının yanı sıra içinde bulundukları bağlamlara göre çoğalttıkları öteki anlamları kavrayabilmek için Okuma Üzerine’yi de sesli okumalıydım. Bu kez Proust’un, “basitlik, sadelik ve sevimlilik” ölçütleriyle anlatılabilecek bütün önemli bulduğum tümcelerini, gözlerimle okumakla yetinmeyip bir de sesli okudum. Genç yazarların, kendi yazdıklarını en az iki kez sesli okumadan hiç kimseye göstermemesini her frsatta yinelerim; hiç kuşku duyulmasın ki, ilk okuduklarında açığa çıkmayan bütün görünmez kusurlar bir bir açılmaya başlayacaktır o zaman, ama yazdıklarımıza ışık tutmasını istediğimiz kitapları da yer yer sesli okumalıyız.
Proust’un çocukluk yıllarında okumakla ilişkisi Okuma Üzerine’nin önemli bölümünü oluşturuyor. Öğle vakitlerindeki aile yemeğinden sonra herkes odasına dinlenmeye çekilince, o da kendi odasına okumaya çekildiğini anlatıyor. Sessizlik, derin okumanın olmazsa olmaz koşullarından sayılır. Ortalık yerdeki bir kafede okuduğunuz kitabınıza gömüldükçe gömülün, gene de sessizlikteki verimli okumayı yakalamanız olanaksızdır. Yolculuk sırasında okuduğum kitapları çevremde dikkatimi dağıtan bin bir görünmez şey uçuşurken en az yarı hızda okuyarak anlayabiliyorum. Gazetedeki köşe yazarını okur gibi Okuma Üzerine’yi okumak da olanaksız elbette, bir Proust romanıyla heyecanlı bir serüven romanını okumanın aynı düzeyde yaşanamayacağı gibi.
Edebiyat yapıtlarının en ilginç yanlarından biri, okuduğumuz hayatların ve o hayatların yaratıcısı olan kişilerin gerçek olduğunu düşünmektir. Üstelik yazarları da onları gerçekten yaşıyormuş gibi yazar. Benzer duyguları çocukluk okumaları sırasında yaşadığını Proust da, “yaşayan insanlardan daha fazla özen ve şefkat gösterdiğimiz, onlar için soluk soluğa kaldığımız bu varlıkları bir daha görememenin, haklarında hiçbir şey bilememenin içimizi parçaladığını itiraf edemeyiz,” sözleriyle anlatıyor. Öte yandan hiç kuşku yok ki, “Kitabın devam etmesini çok isteriz ve eğer mümkünse, bütün bu kişiler üzerine başka bilgilere sahip olmak, şimdiki hayatlarından bir şeyler öğrenmek, bize esinledikleri ve eksikliğini birden hissettiğimiz aşka tümüyle yabancı olmayan şeylere kendi yaşamımızı uygulamak” da isteriz.
Bitimsiz bir özdeşleşme duygusudur bu. Okumayı çekici kılan nedenlerin biri bilgi edinmek elbette, ama bilgiyi alacağımız kitaplar da yaratıcı metinler değil. Belki klasik gerçekçiliğin büyük romanları yazıldıkları döneme ilişkin adamakıllı gerçek bilgiler yerine geçebilir. Değil mi ki dönemin büyük yazarları anlatmak istedikleri gerçekliğin neredeyse gerçek bir temsilini yansıtmaya çalışır, en azından kurmaca öğelerin bile gerçeğin yazınsal karşılığı olmasını amaçlar, Tolstoy’u okuyarak meydan savaşlarının, Anna Karenina’yı okuyarak Rus düşünme biçiminin ya da kadın ve erkek ilişkilerinin ne olduğunun gerçeğe çok yakın bilgisini almış gibi oluruz. Ne ki, gene de okuduklarımız yazarların imgelem yetilerince kurgulanmış gerçeklerdir ve elbette hayatın gerçekleri değil, yazınsal yazının yarattığı gerçeklerdir bunlar.

Okuma ve bilgelik
Öte yandan okumayı çekici kılan asıl etmen, hayallerin karşılıklarını bulmak, dolayısıyla gitgide genişleyen hayallerimizin yazarlarıyla, onların yazınsal kişileriyle bire bir ilişki içinde yaşadığımızı ve kendi başımıza yaşayamayacağımızı gördüğümüz dünyaların parçası olduğumuzu hissetmektir. Üstelik yalnızlığımızı başkalarıyla paylaşmadan sürdürdüğümüz okuma, Mrs Dalloway ile aynı sokaklarda dolaşmak zor olduğunda Hemingway ile kırları ve dağları dolaştığımız bir dünyayı ayaklarımızın altına cömertçe serer ki, bunun da yerine hiçbir duygunun geçemeyeceği söylenebilir.
Kendimizi bir bilge yerine koyduğumuzu da belirtir Proust; “Yazarın bilgeliğinin bittiği yerde bizimkinin başladığını çok iyi hissederiz,” derken, okurun tuttuğu yer yazarın son satırından sonraki sayfadadır. Bu kez okurun zihinsel sürecinde yazılmayı sürdüren yapıt, yazarın karşısında okurun bilgeliğini başlatır.
Öteki yazarları okuyan yazar da orada yazar olarak değil, okur kimliğiyle durur. Kendi yazdıklarından önce yazılmış kitapları okuma alışkanlığından yazarların hiçbiri vazgeçmez. Öteki yazarların dünyasına bazen yazınsal merak nedeniyle girer yazarlar, bazen tıkandıkları sözcüklerin sonunu getirebilmek için. Yolun başındaki yazarın kendi yazarlarını ve kitaplarını seçmesi önemlidir; özellikle kendi dünyasına, beğenilerine, yazınsal yatkınlığına yakın bulduğu yazarları bulmak, sonra onları derin okumalarla adamakıllı içselleştirmek, bu arada yazmaya oturduğunda tıkandığı yerleri açmak için yardımına başvuracağı kitaplar...
Okuma Üzerine’de, “Emerson yazmaya, Platon’dan birkaç sayfayı tekrar tekrar okumadan ender olarak başlardı,” diyor Proust. “Vergilius’un cennetin eşiğine kadar götürdüğü tek şair de Dante değildir.”
Oradan çıkıp yaşadığımız günlere gelelim, öykü yazsaydım eğer, yazmaya başlarken birkaç paragrafını okuyacağım öykücülerim hiç kuşkusuz olurdu, şimdi eleştiri yazmaya başlarken okuduğum eleştiri, deneme yazarlarım hep olduğu gibi.
“Bu yüzden, en büyük yazarlar, kendi düşünceleriyle doğrudan ilişki içinde olmadıkları zamanlarda, kitaplarla birlikte olmaktan zevk alır.” Kimi şairlerin öteki şairlerden aldıkları sözleri, yazılmış bütün şiirin kendilerine ait olduğu biçiminde açıklamasında biraz latife varsa, biraz da yazınsal metinler arasındaki kaçınılmaz ilişkiler olduğu yadsınamaz. Kaldı ki okumanın sınırları önceden nasıl belirlenebilir? Okumaya başlarken ne alacağımızı, okuduğumuz metinden çıkardığımız anlamların yetmediği yerde hangi yeni anlamları cömertçe o metnin zihnimizde yaşayan biçimine vereceğimizi baştan kestirmek olanaksızdır. Yoksa okumanın bildiğimiz çekiciliğini taşıyabileceğini hiç sanmam.
Dahası Proust, “Ama en azından dostluğun samimi bir biçimidir,” diyor okuma için, “ve bir ölüye, olmayan birine yönelik olması ona çıkarsız, neredeyse dokunaklı bir hava verir.” Yazarın öteki dünyaya geçmiş olması biçiminde anlaşılmayacağını biliyorum bu sözün, çünkü kitaplarını okuduğumuz yazarların pek azını tanırız ya da belki hiçbirini tanımayız ömrümüz boyunca ve hemen her okurun yanı başına oturtup bazen yücelttiği yazarlara sevgisinin koşulsuz oluşu çarpıcıdır.
Bir eksiklik varsa okuma içinde, o da nedense çoğun geçmiş zamanların büyük yazarlarına, ölülere duyduğumuz sevgi ve saygının günümüzün yazarlarına gösterdiğimizden daha büyük oluşudur. Hayatımızı paylaşan yazarları dile getirmekten kaçındığımızdan mı, yoksa onları gizlice kıskandığımızdan mı? Eski zamanların tümceleri mi bizim ruhumuzu daha sıkı yakalamaktadır, Proust da belirtir bu eğilimi, yoksa geçmişe duyulan özlemin yaşadığımız zamanlara hemen her zaman üstün gelen zenginliği ya da dinginleştirici hali mi?
Okuma: bana kalırsa bilinçaltını açığa çıkarma edimini herkesin kendi başına yaptığı bir deneyim gibi çözümlenebilir. Orada bilinçaltından geçenler dışarıdan bütün bütüne bilinemez. Bundan mı bilmiyorum, ki işine bağlı, deneyimli yayıncılar bilir aslında: kitap ve okuma üstüne kitaplar okurların ilgi alanına öncelikle girer ve her zaman azımsanmayacak sayıda satılır. Bunu her şeyden önce, okurların kendilerini anlama endişesine bağlıyorum.

notoskitap.blogspot.com