Mesajı Okuyun
Old 28-02-2009, 11:33   #16
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Yeniden merhaba!
"Onlar nasıl yazmışlardı?" kadar önemli olan bir diğer konu "onlar nasıl ve neler okurlardı?" sorusudur. Buna örnek olan bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim:

11.ÖRNEK:
http://www.radikal.com.tr/Default.as...ateg oryID=97

KİTAP

Kitap aşkı, özellikle memleketimizde pek mubah sayılmaz; bir çetecilik hareketinin parçası olarak görülür. Gerçi kafayı kitapla bozmuşlar, dünyanın hiçbir yerinde baş tacı edilmez, sorumsuzlukla iktidarsızlık arası bir konumda ayakta dikilirler. Yine de Batılı toplumlarda kamusal alanlarda neredeyse herkesin elinde bir kitap görmek mümkündür. Büyük Batı kentlerinin toplumsal resminde bir başına vakit geçirmenin en meşru biçimlerinden biriyken, uluorta kitap okumak bir Türkiyeli için neredeyse cesaret ister. En azından içtenliğine inanılmadığı için dünyanın hiçbir dili ve mantığında böylesine aşağılayıcı bir anlam yüklenmeyen ‘entelektüel’lik ‘taslamakla’; ‘entellikle’ suçlanır, alay konusu edilir. Olmadı, tekinsiz münzeviler, hayatla yüzleşmekten kaçınan hayalperestler, kafası karışıklar. Aydınlanmacılığın Türkçe’ye tercümesindeki romantik kültür seferberliği hesaba katılacak olursa okumanın ya toplumca bir program dahilinde bayraklaştırılacak bir eylem ya da it-kopukluk olarak görüldüğü iyice açıklık kazanır. Kısacası bu sularda kılavuzsuz seyretmek sakıncalıdır. Hatırı sayılır bir mübadele değeri olmadığı için de eşyalardan kitabı seçenin hayata yerleşme biçimi titrek, beceriksiz, hatta bencilce olarak algılanır. Halam, küçücük evlerini bir kütüphaneye çeviren, hayatını kitap kokusuna adamış eniştemi aşağılamak istediğinde gözlerini belerterek kitaptan görünmeyen duvarlara işaret eder, “Hayatını oduna yatırdı” derdi. “Kazandığı üç kuruş parayı oduna harcadı.”

Çocukluk kitabı
Annemin bana ilk okuduğu kitap o değildi mutlaka, ama yine de onun sesinden ilk hatırladığım, beni coşkudan deliye çeviren kitap, şarabi ciltli büyük boy bir Robin Hood’du. Okumayı öğrendiğimde Sherwood ormanının derinliklerine yuvam demiş, bir yanımda Robin öte yanımda Küçük John; çoktan efsanelere karışmıştım. Artık kapağını kaldırdığım her kitapta ormanların gümbürtüsü,
sonsuz serüvenlerin vaadi karşılardı beni. Babamın yuvasını kurarken tahliye olan bir pastaneden ucuza kapatmış olduğu o kocaman vitrin eskisi, ana kütüphanemizdi. Camlı, sürgülü kapıların sesi hâlâ kulaklarımda. Yanılmıyorsam 12 yaşında hülyalı bir çocukken ilk okuma yasağıyla karşılaşmış, Sartre’ın ‘Özgürlüğün Yolları’ üçlemesini okumak için henüz yeterince büyümemiş olduğuma karar verilmişti. O sürgülü kapıların önünde ayaküstü sabah akşam demeden her fırsatı değerlendirip o yüzlerce sayfalık kitabı kaçamak okumuştum. Ivich’in durduk yerde sigarasıyla avcunu yakması
hâlâ hatırımda. Okuduğumu yeterince anlayıp anlamadığımı ayırt edemiyordum elbet. Hem umurumda da değildi. Yasaklar delinmek içindi. O kadar. Hâlâ da öyle.
Ankara’nın yüreğinde, Zafer Pasajı’ndaki küçücük kitapçısıyla Remzi İnanç, Büyük Sinema’nın pasajında, üst kattaki Sergi Kitabevi’nde beni birçok kitapla tanıştıran Metin Çulhaoğlu, şimdilerde pek rastlanmayan türde kitapçılardı. Heyecanla çıkmasını beklediğim yeni bir şiir kitabı mı var, her gün uğrayıp ‘Geldi mi gelmedi mi, ne zaman gelir?’ sorularıyla onları bezdirirdim.
Daha sonra da içedönük, bir sürgün olarak yatılı gittiğim okulun kütüphanesinden çıkmayacak, orada sadece Aragon okurken gördüğüm için uzun siyah saçlı esmer bir kızı ilk aşk hanesine yazacaktım. O zamanlar bana bin bir çeşit hayat sunan okul kütüphanesinde müthiş bir arkeoloji çalışması başlatmıştım. Kitapların arkalarına iliştirilmiş kartlardan kimler tarafından okunduklarını takip ediyor, üst sınıflardan ilginç bulup gözüme kestirdiğim insanların okuduğu kitapları alıp onlarla uzaktan da olsa bir yakınlık kuruyordum. Benim için sosyalleşmek böyle bir şeydi.
O lise kütüphanesini denetimim altına alıp yetersiz bulmaya başlayınca da ver elini karşı tepedeki üniversitenin müthiş kütüphanesi. Artık orada lanetlilerin ormanına dalabilirdim. Genet, Burroughs, Cocteau, Artaud.
Çocukluğumu hatırlamaya çalıştıkça aklıma yalnız kitap kapakları, birbirinden kopuk, belirli bir mantık takip etmeden art arda dizilmiş öykücükler, kopuk cümleler, arkadaşlık edilmiş roman kahramanları, her şeyden öte yaşandı mı yoksa okundu mu ayırt edilemeyen serüvenler geliyor.

İlkgençlik kitabı
Ben de ne kitapsız ne kedisiz yaşadım. Küçük evinde eski koltuklar, sadece işe yaradığı için kullanılan çirkin sehpalar, yıllarca sabunlu bezlerle silinmekten yarı yarıya erimiş muşamba örtülü masalarda oturup hayatımın en büyük dostluklarından birini yaşamış olduğum Bilge Karasu, hınzırca tadını çıkararak ‘musandıra’ derdi, “Bir gün musandırayı bir elden geçirelim.” Gerçekten de her yerinde üst üste dizilmiş her dilden kitap bulunan evinde binlerce kitabını yerleştirmiş olduğu yüksek, derin bir gömme dolabı vardı. O dolaba aramızda musandıra derdik. Bilge’yi tanıdığımda, siyah, kare biçiminde, Mengü Ertel kapaklı ‘Troya’da Ölüm Vardı’, en büyük hazinelerimden biriydi. İlk çevirimi birlikte yaptığım o olağanüstü yazardan birçok şey öğrendim. Musandırayı bir türlü elden geçiremediysek de bana baş döndürücü bir dünyanın kapılarını araladı.
Daha o zamandan adını koymuştum. Kitap sevgisi, aşktır. Yani imkânsızın kıyılarında yaşanır. Bağımlılık yaratır. Bütün bağımlılıklar gibi sinsi bir suçluluk duygusu eşliğinde yaşanır. Gün gelir, özgürlük adına atılması gereken yük bile sayılır. Çocukluğumdan beri bir gezginin ruh haline sahip olduğum için hayatımı toptan değiştirsem, kendimi bambaşka bir hayata yolcu etsem yanımda neleri götürmek isterim diye kendime sürekli işkence ettiğimi hatırlıyorum. İlkgençliğimde ne zaman uyku tulumumu dertop edip yola çıksam sırt çantama mutlaka sıkıştırdığım vazgeçilmez sekiz, 10 kitap olurdu. Onlarsız 10 günlük bir tatile bile çıkamazdım. Önceleri çekip gidecek olsam yanıma en fazla 100 kitap almam gerekir, fazlasını taşıyamam kararı aldım. O 100 kitabı saptamak hiç de kolay değildi. Yıllar geçtikçe o sayıyı 50’ye, 30’a, 20’ye kadar düşürdüm. Çok sonraları kendimi, nereye gitsem aradığım kitabı bulabilirim fikrine ikna edebildim. Şimdi benim de ‘musandıra’ dediğim küçük bir dolap odam var. Elim varıp da bir türlü elemeden geçirip raflara dizemediğim binlerce kitap orada bekliyor. Ama kitap, bir eşya olarak kâbusum değil artık.
Ne zaman istesem çekip giderim. Yanıma belki Necatigil’in şiirlerini alırım. Bir de... ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ni. Bir de...
Kimileri için okumak en büyük bağımlılıktır. O insanların çoğunluk hayatla dertleri vardır. Bilen, bilir. Bir gün bir kitap okuyunca insanın hayatı gerçekten değişebilir