Mesajı Okuyun
Old 15-09-2011, 16:40   #71
praeses

 
Varsayılan

Ankara Barosu Dergisi’ni okuyorum da, Sayın Meslektaşım Av. Erşen SANSAL’ın ilk paragrafı beni yazmaya teşvik etti. “Avukatlık, rütbesi olmayan bir meslektir. Avukat mesleğe ilk başladığı gün de avukattır; onlarca yılı geride bıraksa da, yine sadece avukattır.” Haklı, biz hep böyle öğrendik.
Meslektaşım, beni meslektaşı olarak görür; ana babamız herkese ne kadar iyi avukat olduğumuzu anlatır. Fakat bir noktada sitemim var: Mesleğe başladığım ilk gün, avukat olduğumu başka kabullenen olmadı. Avukatlık yemini ettiğim günü hatırlıyorum, “hevesli, azimli, kararlı” halim beni umutlandırmış, seçtiğim mesleği sevmenin gururunu fark etmemi sağlamıştı. Bana göre çok, yıllarla tecrübe sahibi meslektaşlarıma göre belki az zaman geçtikten sonra kendi büromu açmaya karar verdim. Klasik kıyafetler, topuklu ayakkabılar, gayet resmi mobilyalar… Şüphesiz ki, avukatlığı ve hatta hiçbir mesleği dış donanımla göstermeye çalışmak boş bir uğraştan öte gidemeyecektir. Mevzuatı, duruşmaları, meslektaşlarımızın önerilerini, sohbetlerini, tavırlarını, her şeyi eleştirel bir bakış açısıyla derinlemesine süzdüm. Tek bir göz gezdirmeyle anlaşılabilecek makaleleri, dikkatle ve defalarca okudum. Hukuk fakültelerinde bizlere en çok kazandırılmak istenen, muhakeme yeteneğidir. Düşüncelerimi, kıymetli hocalarımızdan yakalayabildiğim ışığa tutarak pekiştirmeye, eleştirmeye, süzmeye gayret ettim. Tek korkum, yaldızlı cübbenin altında kendimi çıplak hissetmekti; giyinmek istedim. Hakkını vermek. Yaptığım işi, olması gerektiği gibi yapmak; aynı zamanda olması gerekeni muhakeme edebilmek. Bu süreçte, kapım çok çaldı. Adıma pek çok vekâletname düzenlendi. Özgüven, her zaman yerinde bir davranış değildir, ben buna inanırım. Ancak kendimi tarttığım hususlarda kendime güvenmem gerektiği düsturuyla yetiştirilmenin etkisinden olsa gerek. Müvekkillerime mahcup olmaktan korkum, özgüvenimi zedelemedi. Üzerime gittikçe aksine güvenilecek yönlerimi tespit edip, büyüttüm. Fakat dava değeri büyüdükçe, kapıdan girenleri karşılayanın genç olması tek bir “merhaba”dan ibaret kıldı pek çok görüşmeyi. Tebligat memurunun “Avukat hanım yok mu?” ısrarı, müvekkillerin “Siz avukat hanımın nesi oluyorsunuz?” merakı, bazen hâkimlerin “Baroca tayin edildiniz galiba?” şeklindeki önyargıları tecrübenin yaşla orantılılığını her defasında net şekilde yüzüme vurdu. İtiraf etmek gerekirse, kimi zaman yaşlanmak istediğim oldu. Meslekte onlarca yılını doldurmuş bir meslektaşıma bu hissiyatımı ifade ettiğimde, nazik bir gülümsemeyle “Hukuk gençtir kızım, asıl ondan uzaklaşırsan yaşlanırsın.” tesellisini baş üstünde tuttum. Kısacası, avukat, mesleğe başladığı günden itibaren avukatsa da, toplumda başa çıkılması gereken pek çok önyargı mevcut ne yazık ki. Oysaki meslektaşımın değindiği üzere, onlarca yılı da geride bıraksam, ben yine sadece avukat olacağım. Çünkü bizler sadece avukat olmayı seçtik; kıdem yahut rütbe bizlerin yalnızca uygulamayı daha fazla tecrübe etmemizden, insanlar arası ilişkileri en uygun yola sokmamızdan ibarettir. Avukatlıkta mevcut tek unvan “AVUKAT” unvanıdır.
Sanılmasın ki, deneyime verdiğim önem statüye verdiğim önem yanında değersizleşti. Aksine, düşünüş biçimi tecrübeyle şekillenir. Tecrübe karşısında sabit kalan şahsiyet, olgunlaşmadan çürümeye mahkûmdur. Aksi kabul edilecek olursa, hukuk fakültelerinde teori ile donatılmış öğrencinin uygulamaya adaptasyonu mümkün olamayacaktır. Hepimiz, yanında staj yaptığımız meslektaşlarımızın büro düzenini, dilekçe formatını, müvekkil görüşmelerini örnek alarak; daha sonra yanlarında sigortalı olarak çalıştığımız meslektaşlarımızın düzenlerine alışmaya çalışarak, nihayet alışarak ve elbette ki bir müddet sonra kendi çizgimizi oluşturarak birtakım evreleri tamamladık. İbsen’in meşhur ifadesiyle “Tecrübe bir gözlüktür, onlar sayesinde ikinci defa daha iyi görürüz.”