Mesajı Okuyun
Old 28-05-2004, 19:53   #2
Av.Habibe YILMAZ KAYAR

 
Varsayılan

2-


Devlet, aile ve çocuklar üzerinden işleyen düzenin yeniden kurulması sürecinde, ailenin toplumsal gerçekliğin dolaysız bir verisi olarak kavranmasından ziyade, onda bu gerçekliğin kuruluşunun bir aracını görmek gerektiğini vurgulayan Bourdieu, bize, ailenin, toplumun temel birimi olmak yerine, devlet (ve de elbette kapitalistleşme süreci) tarafından nasıl araçsallaştırıldığını anlatır gibidir.

Sorun, sadece özel bir alan olarak aile ve çocukların nasıl da sömürü sürecine sokulduğu değil fakat bilim, meslek dünyası ve piyasanın, devletin eşliğiyle kamusallık ya da kamusal alanlar içindeki özel dünyaları "özel olan her şeyin içinde" kişiliksizleştirmesidir; kurumun büyük çelişkiler içine sokulmasıdır.

Örneğin, devletin yasaları içinde düzenlenen çeşidi yapay yöntemlerle (sözgelimi taşıyıcı annelik gibi) en doğal ve hoş duyguların (bir kadının bir erkeği sevip onunla sevgiye dayalı cinsel ve toplumsal bir birliktelik içinde çocuk sahibi olması gibi) ortadan kaldırıldığı, ama öte yandan da "törensel" bir annelik kültürünün "anneler günü" gibi özel günlerle yüceltildiği görülmektedir.

Reklamların cinsel aracı, erkeğin ataerkil tahakkümünün kurbanı, devletin yasalarının edilgin konusu ve emek sürecinin sömürülen nesnesi olan kadının tarihi, biraz da ailenin ve çocukların/çocukluğun tarihidir. Gelinen noktada, kadınların ezilmişlikleri arttıkça çocuklar da o oranda bağımlılaştırılmaktadır.

O nedenle, anne ve çocukların kaderi ortaktır. Devlet, piyasa ve profesyonellerin ürettikleri annelik ideolojisi, çocukların kırılgan, kusurlu olması ve bağımlılaştırılması anlayışını da beslemektedir.

Devlet, piyasa ve profesyoneller aracılığıyla babalığın, annelik ve çocukluk üzerinde(n) kurduğu üstünlük, aile ve çocukluğun asla kendine dönük, özel, mahrem bir alan olarak kalamayacağını göstermektedir; o nedenle aile ve çocukluk, dolaysız gerçekliğin yeniden ve yeniden kurulduğu araçsallaştırılmış politik-duygusal alanların başında gelmektedir.

Lloyd Mause'un da belirttiği gibi, çocukluğun tarihi, ancak yakın dönemlerde uyanabildiğimiz bir kâbus gibidir. Tarihte geriye gidildikçe, çocukların daha çok öldürüldüğü, terk edildiği, dövüldüğü, sindirildiği ve cinsel tacize uğradığı dönemler görmek mümkün.

Bundan başka, yüzyıllar süren geleneksel çocukluk anlayışı içinde çocukları kötü olarak gören, bu kötülükleri (günahkârlık, terbiyesizlik vb) din, terbiye ve babanın ataerkil otoritesi ile kontrol etmeye çalışan aile ve akrabalık kurumunun, çocuğun (ve elbette kadının) bağımsızlık (bireysellik, benlik bilinci vs) kazanmasının önüne nasıl geçtiğini gösteren sayısız örnek vardır.

Ama yeni ve modern zamanların bağımsızlık adına nasıl bağımlılaştırıcı ilişkiler, roller ve durumlar yarattığını görmemek mümkün mü? Modernleşmecilerin savlarının (bebek ve çocuk ölüm oranlarının azalması, boy ortalamalarının artması, okur yazarlık ve okula devamın artması, işgücü dışına kaçış vs) gelip dayandığı noktanın maddi göstergelerde toplanması, daha ince, yoğun, daha anlamlı diğer süreç ve sonuçların görülmesini elbette engellememelidir.

Modernleşmecilerin her olumlu savının içinin ne derece boş olduğunu gösterecek birçok örnek vardır; örneğin, feodal dönemde ve sanayileşme döneminde (hatta günümüzdeki birçok gelişmemiş ülkede) işgücü içinde yoğun olarak yer aldıkları için boş zamanları olmadığı vurgulanan çocukların, günümüzde okul dışında ne de çok eğlence, oyun ve sosyokültürel aktivitelerle geçen serbest zamanlara sahip oldukları söylenirken, elbette örneğin çocukluğun en doğal ifadesi olan oyunun sırf bir eğlence diye değil de, zekâ ve psiko-motor becerileri geliştirici bir modern araca, metaya dönüştürüldüğü görülmek istenmez.

Modern gelişim göstergeleri içinde rakam ve istatistiklere dökülen medeni ilerlemeden bahsedilirken, elbette çoğu çocuğun sınıf, cinsiyet, ırk, dil gibi, içinde yer aldığı toplumsal konumlardan ötürü bu gelişmelerin çoğundan yararlanamadığı anlatılmak istenmez.

Philippe Aries, ortaçağ Batı toplumlarında çocukluğun var olmadığını ileri sürerken, olmayan çocukluğa yönelik bir duygunun, sentiment de l'enfance'ın. olduğunu belirtmişti. Çocukluk bilinci ve çocukluğa yönelik "özel" duygular, modern dönemlerin maliyeti yüksek ürünleridir.

Ortaçağlarda aileler, özellikle yoksul olanlar, kiliseye olan güvenlerinden ziyade çaresizliklerinden ötürü, çocuklarını yetiştirme ve eğitim adı altında manastırlara veriyorlardı. Günümüzde manastırın yerini parasız, zorunlu ve eşitlikçi milli okullar; paralı ve "özel" eğitim kurumları aldı.

Bu eğitim kurumları yaz kampları, dini kurslar, dershaneler, bilgi-beceri kursları, bilgisayar ortamları ile destekleniyor; "programlı eğitim", "disiplinli yetişme", "başarıya dayalı yaşam biçimi" özellikle orta sınıf aileleri, dünyayı kolektif değerler içinde kavramayı unutan birer bencillik abidesine çeviriyor; her türlü reklam da aileleri, çocuklarına "en özel" varlıklar olarak davranacak şekilde tüketime kışkırtıyor.

Bu yolu, modernizmin en büyük filozoflarından olan John Locke açmıştır. Locke, çocuğun bir tabıda rasa (boş kâğıt) olarak ele alınıp eğitimle şekillendirilebileceğini öne sürerek, kilise ve püritenizmin çocuğa atfettiği "doğalcı" bakış açısına (çocuk, ilk günahın kirli ürünüdür; yazgısı belirlenmiştir vs) karşı çıkmış; sonra bayrağı Rousseau devralmış, Hıristiyanlığın doğuştan günahkârlık öğretisine doğuştan masumiyet savıyla karşılık vererek çocuğa karşı saygı talep etmiştir.

Olan şuydu: Kapitalizmin iktisadi altyapısı kurulmuş, baba, girişimci olarak toplumdaki aktif yerini sağlamlaştırmış ama anne ve çocukların aile ve akrabalık çevresinde miskin/mistik değerler içinde yaşaması, önemli iki iktisadi gücü, daha doğrusu üretim etmenini atıl bırakmıştı; bu geleneksel ilişkiler kırılmalıydı ve kırıldı.

Anne ve çocuklar modern üretim çarkının içine çekildiler; sonra reformizmin gelişimiyle, hiç olmazsa çocuklar, atölyelerden alınıp okullara sokuldular. Atölyede talep edilen "itaat", "dakiklik", "kurallara uyma" gibi değerler okulda "disiplin", "terbiye", "doğruluk" gibi değerlere çevrildi.

Aile kurumu bu süreçte, dışarının değerlerini çoğunlukla destekledi ya da desteklemek zorunda kaldı. Böylece farklı dönemlerde beliren çeşitli aile tipleri (aristokrat, köylü, işçi ve burjuva), değişik baskı tiplerinin özel alanda uygulanmasının örneklerini oluşturdular; ne aile baskıcı kurumlardan özerkleşip eşitlikçi bir yapıya evrilebildi ne de ailenin temel özneleri (baba, anne ve çocuk) bu yapıyı eleştirmeye bir son verdiler. Postmodern durum ve dönemlerde değişik aile anlayışlarının ortaya çıkması evrensel, normatif olduğu iddia edilen burjuva "çekirdek" ailesine yönelik bir eleştiri, hatta reddediş değil midir?





Konunun devamı sonraki sayfadadır.......................... >>>>>>