Mesajı Okuyun
Old 12-11-2012, 14:15   #25
metin karadag

 
Varsayılan

http://www.mimarist.org.tr/odadan/26...si-cok-mu.html


Barbarlık Bile Vandallaştırılmışken, Mimarlığın “TOKİ’leştirilmesi” Çok mu?
Metin Karadağ


"Anayasa Hukuku" ve "İnsan Hakları" alanında uzman olan Prof. Dr. Bakır Çağlar'ın, yaşamını yitirmesinden bu yana bir yıl geçti... Kitaplarından biri Bir Anayasacının Seyir Defteri adıyla, son zamanlarına kadar günlük bir gazetede1 devam ettiği yazılarından oluşuyordu. "Barbarlık" kavramı, onun bu yazılarında çokça kullandığı bir benzetmeydi. "İnsanlık tarihinin son döneminde çok kısa zaman dilimindeki birikimlerinden oluşturulan evrensel hukukun 'her bir yok sayılışında', aslında doğrudan 'insanlığa saldırılmış' olduğu, bunun da 'barbarlıktan' başka bir şey olmadığı" düşüncesini her fırsatta dile getiriyordu. Bununla da insanlığın hâlâ ciddi bir etik sorun yaşadığına dikkat çekmekteydi.

Bugün neredeyse her alanda kavram olarak etik kodlardan bolca söz edildiğini duyarız. Bilindiği gibi "Hipokrat Yemini" bu alandaki ilk yazılı etik belge özelliğini taşır. Bugün birikim ve kültürüyle birlikte tıp etiği (deontoloji), yaşanılanlardan dolayı en gelişkin, etikte otorite alanlardan biridir. Diğer tüm mesleki etik alanlarının da, tıp etiği alanından ipuçları ile beslenip kendi etik alanlarını oluşturabildiklerinden rahatça söz edilebilir. Basit bir örnek vermek gerekirse bir operatör doktor (cerrah/hekim) kendisinin AIDS hastalığına yakalandığını fark ettiği anda, hiç kimsenin bir uyarıda bulunmasına gerek duymadan kendi mesleki faaliyetine derhal son verir. Hatta "böyle olması gerektiğini", tıpla hiçbir ilgisi olmayanlar da dile getirebilirler. Böylece tıpla ilgisi olmayan biz sıradan insanlar da, gerektiğinde tıp etik alanına dair görüşler beyan edebiliriz. Çünkü ortada söz konusu olan, aynı zamanda kendi yaşam hakkımızdır. Yani, "canımızın etiği"nden kaynaklanır söz konusu olay, ikiyüzlülüğümüzden değil... Değil mi?

Yeni bir etik alanı olarak "rüşvet etiği" gibi bir kavramın anlam dünyamıza katıldığını, Edirne Emniyet Genel Müdürüyken gelen bir ihbar üzerine soruşturmayı yapan Hanefi Avcı'nın kitabının2 "Edirne İmar Yolsuzluğu Soruşturması" bölümünden öğreniyoruz. "Götürü Usuldeki" imar ve rüşvet bağlamlı bu olayda; ortaya çıkan hesaplardaki "6 milyon dolarlık fark" dışında "bir rüşvet olayı yaşanmadığı" izlenimi veren "rüşvet etiği"nin ortaya döküldüğünü görüyoruz. Temiz iş...

"Hukuk etiği"nden ise "Yargı Reformu-4" üst başlıklı3 raporunda, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) sürecinin 21 Mayıs 2012 tarihinde TESEV'in girişimiyle masaya yatırıldığını ve 12 Eylül 2012 Referandumu sürecinden bugüne kadar da hukuk sisteminde "bir dizi anakronik hukuk şoku yaşandığını" gecikmiş bir okumayla ancak fark edebiliyoruz. Evet, "gecikmeyle" çünkü o dönemde yaşananların açıkçası heyecanlı bir TV dizisi tadında yansıtılması, olayların tüm bağlamları ile birlikte berrak olarak okun/ama/masına yani "gecikmeye" neden olmuştur, diyebiliriz. Ancak asıl gecikenlerin bizler değil de, doğrudan hukukçuların kendisinin olması daha da hazindir... Aslında "HSYK süreci"ni birebir yaşayan hukukçuların da gözlerinden kaçan bir ortama (arka plan/ekonomiye yansımalar) yol açan "bu anakronik şok" akla "hukuk, sadece hukukçulara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir" deyişini getirmektedir. Günümüzden geçmişe doğru sadece üç yıllık sürece yayılan bu "anakronik hukuk şoku"nun tüm ayrıntılarıyla birlikte hukuk etiği ve hukuk felsefesi açısından ciddi ve titiz gözlem ve değerlendirmesini; Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanları'ndan Yargıç Orhan Gazi Ertekin'in Yargıçların 'Eşekli Demokrasi' ile İmtihanı alt başlıklı kitabında4 "ancak bugün berrak olarak okuyabilmek" olanaklı. Yine aynı süreçle ilgili yaşananların aynı "belge-dizin bağlamlı ilişkisi" gazeteci yazar İlhan Taşçı'nın kitaplarından da izlenebilir.5 Eğer sizler de "hukuk, sadece hukukçulara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir" diye düşünüp davrananlardansanız, olayın katman ve bağlamlarının en sonunda "canımın etiği" tadında "doğrudan toplumsal yaşam alanımıza yapılmış iktisadi müdahale olduğunu" fark etmişsinizdir.

Tüm bu olan bitenlerin kargaşası arasından açıkça görülüyor ki, 12 Eylül 2012 Referandumu sadece bir madde, yani Anayasa'nın 125. maddesinin içindeki "yerindelik denetimi" ya da bir doktrin olarak "kamu yararı" ilkesinin çaktırmadan hukuk sisteminin dışına itilmesi ve yerine "idare ne eylerse güzel eyler" uygulamasının getirilmesi "değişikliği için" yapılırken, diğer madde değişikliklerinin de "bu meşum değişikliğin" üstünü örten "çalı çırpı olarak kullanıldığını" gösteriyor... Neden? Çünkü her şeyden önce bedeli/ederi/fiyatı çok, çok büyük iktisadi hareketin "buzkıran" maddesi, bu "125. madde"dir. Referandum öncesinde ortada salınarak dolaşan rakam "600 milyar dolar" iken, bugün bu rakam "2 trilyon dolar"dır. Bu rakam bir toplam olarak 2B'ler, tarihî ve doğal sitler, hazine/askerî arazileri, kentsel dönüşümler ve daha birçok kamusal, kültürel ve doğal kaynağın "iktisadi anlamda bir yerden başka bir yere transferi sürecinde" açığa çıkacağı öne sürülen ve iddia olunan rakam... Bu rakamın büyüklüğünü anlamak için aritmetiğin dört işleminden sadece birini kullanarak şöyle açabiliriz: "Kamu İktisadi Teşekkülleri"nden (KİT) özelleştirilmesi en sona kalan "Petkim" ve "Telekom"un da özelleştirilerek satılması sonucu gelecek yaklaşık "5 milyar doları" önceki tüm özelleştirmelerden gelen rakamla birlikte topladığınızda ortaya çıkan son rakam "40 milyar dolar"dır. Sadece "40 milyar dolar"... Yani "2 trilyon dolar" yanında "40 milyar dolar", adından bile söz etmeye değmeyecek bir rakamdır. Oysaki "2 trilyon dolar" neredeyse bir çırpıda insanın dininin "imarını" kökünden değiştirebilecek bir rakamdır...

Hatırlarsınız bundan yaklaşık 4-5 ay önce "Kamu İhale Kurumu" (KİK) çevresinde çöreklenen rüşvetçilerin bir operasyonla temizlendiğinden ve orada dönen paranın da "50 milyon TL"yi aştığından söz etti basın... Az önceki rakamlara göre sanki "bir öğünlük sinek maması" kadar... Ama "aynı basın" Kamu İhale Kanunu ve Yönetmeliklerindeki ardı arkası kesilmez biçimde devam eden(!) "yüzlerce değişiklikten etraflıca" söz etmeye bir türlü fırsat bulamadı. Paralel süreçte bazı "kritik ihalelerin soruşturulamaz hale getirilmesinden"6 sorumlu Kamu İhale Kanunu ve Yönetmeliklerindeki peş peşe yapılan yüzlerce değişiklikten, asıl amacın "bazı olayların izlerini silmek" (filmlerde Kızılderililer ayak izlerini silmek için çalı çırpı kullanırlar ya) olduğu iddialarından da söz etmedi...

Artık başlı başına çok büyük bir kaynak transfer sistemi haline getirilen TOKİ'nin, kamusal denetim dışına çıkarılarak "geleneksel Örtülü Ödeneğin" adeta "geleneksiz padişah cukkası" haline dönüştürülebilmesi için "sanki" öncelikle 125. madde değişikliğiyle "hukuk etiği"nin beli kırılması gerektiği ortaya çıktı gibi... Oysaki bugün yaşananlara paralel olarak, Paris Vincent Üniversitesi'nden Prof. Dr. Nora Şeni, TOKİ'nin bugüne kadar kentsel dönüşüm alanında yaptıklarına bakarak "Paris'te bu işler 70'lerde böyle vahşice yapılıyordu. Bu yapılar on yıl sonra banliyö şiddetine yol açacak,"7 demesi, adeta "plansızlığın hukuksuzluktan; hukuksuzluğun da plansızlıktan" kaynaklandığına dikkat çekiyor... Bu durumda ne denir: "Sağ olasın 125. madde değişikliği, bin bereket versin..."

Aklımızda kalan haliyle, eğer barbarlığın "doğuya", vandallığın da "batıya" yakıştırılan tarihî yüzleriyle oyalanıp zaman kaybetmez isek; kısaca barbarlığı "insanlığa karşı", vandallığı da "insanlık eserlerine karşı" işlenmiş suçlar olarak ele aldığımızda, "her ikisinin de ortadan kalkmış olması gereken içinde bulunduğumuz bu çağda" barbarlığın, vandallık "aşamasına doğru bu kadar yol alabilmiş olması" konusu çok ciddi bir durumdur...

Unutmayalım ki, her zaman olduğu gibi, "niyet varsa, mevzuat bahanedir; ancak niyet yoksa mevzuat yine bahanedir..." Bu nedenle insanlık onurunu aslen koruyacak olan, "ortak hafızamız", yani "hukuk", dahası "adalet güvenceli hukuka" olan "güvenimizdir..." Yakın zamanda yaşananlar sırasında ortaya çıkan "anakronik hukuk şoku" sürecinin, "hukuk etiği"nin belinin kırılmasına ve bu adalete güven kavramına dair olan tüm koruyucu birikimlerimizin de vandalca yıkılmasına yol açtığından söz edilebilir...

Hazindir, oluşturulduğu ve tıkır tıkır işlediği (son yıllardaki en büyük şirketler ile en kârlı şirketler arasındaki fark makasının hızla büyümesini gösteren tablolar) iddia edilen "sinsi ekonomik transfer sistemi" bir yana, "canımızın etiğini" asıl acıtması gerekenin, tüm bu olan bitenlerin tek tek hepsinin farkında oluşumuzdur... Herkesin haberi olduğundan "sadece herkesin haberi yok..." Sanki Kafka'nın Şato'sunun karanlığına tıkılıp kalmış gibiyiz...

Notlar:
1. Bizim Gazete, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin Günlük Sivil Toplum Gazetesi.
2. Haliç'te Yaşayan Simonlar – Dün Devlet Bugün Cemaat, Hanefi Avcı, Angora Yayıncılık, 2010.
3. TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) "Yargı Reformu-4 / Referandumdan Sonra HSYK: HSYK'nın Yeni Yapısı ve İşleyişine Dair Yuvarlak Masa Toplantısı". www.tesev.org.tr adresinden pdf dosyasına ulaşılabilir.
4. Yargı Meselesi Hallolundu – Yargıçların "Eşekli Demokrasi" ile İmtihanı, Orhan Gazi Ertekin, Epos Yayınları, 2011.
5. İlahi Adalet, İlhan Taşçı, Cumhuriyet Kitapları, 2011; Cüppeli Adalet, İlhan Taşçı, Cumhuriyet Kitapları, 2010; vd.
6. 000Kitap "Dokunan Yanar", Ahmet Şık, Postacı Yayınevi, 2011; Pusu – Devletin Yeni Sahipleri, Ahmet Şık, Postacı Yayınevi, 2012.
7. "Sonu, banliyö şiddeti olacak", Serkan Ayazoğlu, Taraf, 09 Eylül 2012.


ÖNCEKİ YAZILARI OKUMAK İSTERSENİZ

http://www.mimarist.org.tr/yayinlar/...ra-mektup.html



.