Mesajı Okuyun
Old 19-10-2008, 18:38   #18
metin karadag

 
Varsayılan

Şatolarımız…

Bir çok mesleğin toplumda aldığı yere göre şekillenen güzellemesi vardır. Bazen güzellemede ölçü kaçar. Yapılan abartılar iç bayıltan düzeye geldiğinde iş artık güzelleme olmaktan da çıkar kendi şatosuna kapanır kalır. Ya da öyle durumlar oluşur ki güzellemeye hiç gerek kalmaz, kendisidir güzel olan… Öyle görünüyor olsa da mimarlık kendisine en az güzelleme yapılan mesleklerden biridir diye düşünüyorum. Çünkü mimarlıktan söz etmek için mimar olmak da şart değildir. Bir mimarlık eseri ya da bir mimarın eseri olduğunu bilinmeksizin o kadar çok eser üzerine konuşulur ve yazılır ki, gerçekten bilinmez. Böylesi bilinmedik değerlendirmelerin en çok yapıldığı alanlardan biri de sinemadır. Öyle değil mi ne çok konuşmuşuzdur bu alan üzerine…

Jeremy İrons’un başrolünü oynadığı son versiyon Kafka Filmi, günümüzün hala kapanmamış yaralarına tuz etkisi yapmaya devam ediyor... Acı veriyor… Bu filmdeki sahnelerin akışına göre: ülkedeki kasvet ve kasavet, baskı ve sinmişlik, karanlık ve göz yummak gibi birbirini daha kötüye ve daha çaresizliğe doğru iten ve çeken bir ortamın içinden bir insan çıkar... Ve tüm sorunların kaynağı ve sorumlusu olarak gösterilen “Şato”nun içine gizli bir geçitten geçerek girer. Dehlizin vardığı bir arşiv odasının kapısını açar ve o andaki sahneye kadar “siyah-beyaz” olarak devam eden film, birden bire “renkli film” olur.

Şato’nun merkezindedir artık. Kimseye görünmeden sessizce dolaşmaya başlar. İşkence gören insanların acı içindeki haykırışları, kabul etmeyen direnenlerin acı içinde ölmesi... Zorla beyin yıkama işleminde kullanılan ürkütücü, devasa ve acaip araç ve gereçler... Gerçektende Şato dışındaki insanların korkularının haklı nedeni gibidir “Şato”nun içindekiler ve olan bitenler... Neden sonra bu gizli ziyaretçi fark edilir ve yakalanması için bir kovalamaca başlar... Bu kovalama ve kaçma sahneleri sırasında birer birer işkence aletleri ve merkezdeki dev boyutlu beyin yıkama araçları parçalanır ve işlemez hale gelir... Geldiği yoldan geriye kaçarak dönerken aynı dehlizin kapısını kapatır ve çıkar. Film yine “siyah-beyaz” olur.

Kente dönmüştür artık ve şatonun patlamalarla birlikte havaya uçuşunu görür... Herkes bütün şehir bu sahneyi izlemektedir. İzleyenleri de görür. Şato havaya uçmuştur, yani “artık yoktur…” Ancak “insanlar değişmemiştir…”

Çünkü gerçek şatolar tek tek insanların beyninde, “kendi düşüncelerinden” oluşmuştur... Kolay kolay yıkılmazlar diye düşünür… İnsanların tek tek kendi bilinçlerine kazılı “sistem” dışında bir “dış” sistem var olamaz. Bütün “var olan” sistemler ise; insanlar tarafından var kılınması yönünde bir rıza gösterildikleri için “var olurlar”... Tarih boyunca bu böyle olmuştur ve böyle de devam edecek gibi görünmektedir...

Bu bireysel zihni-kabulleniş; yine bireysel olarak eşzamanlı yeni bir zihni-kabullenişe kadar var kalır... Sürekli kendi dışındaki bir odağı suç kaynağı olarak gösterme ve rahatlama eylemi daima; insanın zihniyetinin oluşmaya başladığı çocukluk süreciyle eş zamanlıdır neredeyse... Dolayısıyla değişimin köklerine dair ipuçları da insanın çocukluk sürecine kadar uzanır...

Yaşamın kalitesi; kalitenin talebiyle, ya da talebin kalitesiyle belirlenir. Sistemin kalitesi de bu yüzden talep edilen ve yaşanılan kalite ile eş düzeylidir. Bu toplumu oluşturan özne/ler toplam olarak hangi kaliteyi talep edebiliyorlarsa onu yaşıyorlardır. Şu an yaşanan düzey de, gerçekte “talep edilendir”... Bu ayna simetrisi, arz talep ilişkisi; ortaya bir “zihniyet matematiğini” koymaktadır.

Siyaset teknolojisi de var olan duruma uyum göstermekten başka bir şeyi ifade etmemektedir. Temsili demokrasinin “temsiliyet krizinden” dolayı ortaya çıkan arızalarını; yine temsili araçlarla telafi etme çabaları tedaviye değil de sorunun kronikleşmesine yol açmaktadır.

Ülkemizde son demokrasi kesintisinden bu yana geçen 28 yıllık süreçte tüm toplumun bir demokrasi hafızası oluşturabilmesi için "gerekli olarak" yaşananların arasında; olumlu gelişmelerin yanı sıra, bu süreci tam tersine çevirmek isteyenler için de fırsatlar(!) bulunmaktadır.

Dün, geç bile olsa içi boş olarak başlayan “sivil toplum” söylemlerinin; “neden içi boş?” sorularıyla sorgulanmış olması, bugün çok önemli demokrasi kazanımlarına yol açmaya başlamıştır. Evet, “Ülkemizde dile gelen sivil toplum kavramlarımızın içi neden bu kadar boştur?” ve “Ülkemizde neden sivil toplum kavramlarımızın içini, NGO’dan daha çok GONGO yani STK olmayan,Truva Atı STK’lar doldurmaktadır?” hatta “Toplu Linç eylemleri neden hala doğal STK eylemi olarak övgüye değer işlem görmektedir?...”

Her şey bir yana sivil toplum olabilmenin en genel ölçüsü, kelimenin tüm anlamlarıyla birlikte ; AÇIKLIK kavramını bireyselden toplumsala, tüm yaşamımıza sindirebilmektir ... Ve bu “açıklığın” gerek ve yeter şartı ise “denetlenebilirlik” ve “hesap verebilirliktir.” Bunlar da gerçek HUKUK’un hayat bulmasına ve yeşerip serpilmesine şans tanır ve yol açar. Çünkü toplumun dahası onu oluşturan bireylerinin yegane güvencesi olan HUKUK; ancak ve ancak açık, doğal ve insani taleplerin karşılığı olan arz sürecinin; karşılıklı ve sürekli aynı şekilde açık, doğal ve insani kodları izlemesi ile olanaklıdır.

Hukukun sürekli gelişmesi ve serpilmesinin toplumda yaratacağı adalet duygusunun kalitesi; demokrasinin de tek kalite ölçüsü olmaya devam edecektir... Şatolarımızı özgüvenle yıkabildiğimiz kadar…

Metin KARADAĞ
Mimarlara Mektup - Ekim 2008, Sayı: 116