Mesajı Okuyun
Old 13-05-2008, 15:24   #10
metin karadag

 
Varsayılan

“Doktor bey ne olur söyleyin!...”

Benliksiz bir cumhuriyet ya da benliksiz bir demokrasi nasıl bir "şey" dir?:...Öğrencisiz maarif... Demokrasisiz cumhuriyet... Cumhuriyetsiz demokrasi...Cumhursuz cumhuriyet... Halka rağmen halk için...Ötekisiz benlik ve benliksiz öteki...

Bireysel ya da toplumsal olarak kendi kendimizle yüzleşemediğimiz oranda, ötekimizi yaratırız; “yok etmek için...”

Kendimizde görmeye dayanamadığımız şeyleri; öteki üzerinde yeniden şekillendirip yok edebiliriz.

Bireysel ya da toplumsal; daha önce almış olduğumuz travmanın türü ve şiddeti ne olursa olsun aidiyet kimliği; kimlik travması ile birlikte bir ihtiyaç olarak belirir.

Aidiyet kimliği edinebilme baskısı altında; kül tablasında söndürülmüş sigaraya dönen benliğimiz; kimlik problemimizin en önemli belirtisidir.

Bireysel ya da toplumsal; ruhumuzda oluşagelen huzursuzluğa karşı; pürüzsüzlük ve kayganlık arayışımız bir dahaki “kıllanmaya...” kadar ertelenmiş olur...

Ruhumuza ağda yapmış oluruz böylece.

Bireysel ya da toplumsal; madem kendimiz olmak istemediğimiz oranda ötekini var ediyor ve ona sığınıyoruz; sonuçta neden onu her defasında yeniden öldürerek yok ediyoruz?

Bunu salt bir “ruh ağdası” yani “arınma” olarak ele almak doğru mudur?

Ya da bunun gereklilik veya ihtiyaçtan dolayı zorunluluk olup olmadığı konusunda bir önermemiz olabilir mi? Çelişkilerimiz nerede başlıyor?

Birbirimizi algılama ve yansıtma biçimlerimizdeki benzerlikler bu konuda bir çok ipucu taşıyor diyebilir miyiz?

“Aile, grup, çete ( yukarıda sözünü ettiğimiz) cemaat, parti veya var olan herhangi bir sosyolojik küme içinde üretilen “hukuk”; en üst düzeyde bir kaliteye ulaşsa bile; bu sosyolojik kümeler birbirleriyle kamuyasal alanda temsiliyet olarak degil ancak “bireyleri” aracılığıyla iletişime geçebilirler ve böylece içindeki tüm öznelerin katılımıyla "kamuyasal" alanın varlığını kendi varlıklarının güvencesi olarak savunabilirler...” bu nedenle söze edilen “hukuk” hukuk değildir...

Olamaz da:... ‘Kamusal alan değerlerinin erozyonu’ ndan söz edebilmek için öncelikle bu değerlerin üretilmiş varlığı ya da “kanıtları ile” yüzleşebilmemiz gerekir...

O halde bir an önce “var olamamış” bir değerden söz ettiğimizin de farkına varmamız gerekir...

Kamusal alan gibi bir “fark kavramının” varlığı;... onun farklılığını oluşturan ve belirleyen “özel alan” kavramın varlığından kaynaklanır...
Özel alan birikimi, değeri ve kültürü oluşturacak kadar bir kimliksel özgeçmişleri bulunmayan bireylerin; herhangi bir alanı kamusal kılabilecek cesaret ve güçleri yoksa “kamuyasa”l değerleri de yok demektir...

Ve kendi özel alanlarımızda kendimizle olan yabancılaşmayı yaşamaktayızdır...

Yabancılaşma yani “özel alan yoksunluğu” sırayla tek tek sayılabilecek anlamlarının yanı sıra; birebir insan ilişkilerinde de farklı renk ve renk tonlarıyla karsımıza çıkabiliyor.

“Özel alan yoksunluğu” her bir özel durum için ayrı bir yelpaze de anlam dizisi halini alabiliyor.

Uydurulmuş ötekimiz ve kimliğimiz birbirine karışıyor ve bunları bizler her an ve her yerde yaşıyoruz.

Yabancılaşmanın panzehiri olabilecek gibi görünen yüzleşme ise;

Rene magritte' in "aynaya baktığında kendi yüzü yerine kendi ensesini görebilen adam..." tablosunda olduğu gibi... bir görüntüyle sonuçlanıyor.

Öte yandan yabancılaşmaya dair bir belgeye Platon' un diyaloglarında da rastlıyoruz...

Orada özetle; "...bütün insanlık bir mağara içerisindedir. ortada yanan ateşin ışıkları insanların gölgelerini mağara duvarlarına yansıtmaktadır. ve insanlar birbirleriyle, mağara duvarındaki gölgeleri aracılığıyla ilişkiye geçmektedirler..."

“Yanındakinin yüzüne bakarak konuşmak yerine, simgesel olan gölgesi aracılığıyla konuşuyormuş gibi olmak...”

Günümüzde ise Fransız düşünürü J. Baudrillard, iletişim araçlarının insan yaşamına yaygın bir biçimde girmesi üzerine, ilişkilerdeki deformasyon etkilerinden hareketle “simulacre” kavramını kullanarak; amaçla aracın yer değiştirdiğini; artık mağara duvarındaki gölgenin gerçeğin yerine geçtiğini, gerçek olanın ise geri dönülmez bir biçimde gölgeleştiğini dile getiriyor...

Gölgesi kadar bile bir benliğe ve kimliğe ulaşamamış bireylerin ortaya çıkarmakta aczini çektikleri özel alanlarının acısı, kamu sahasında toplu dövünme / mazoşizm ayini olarak kendini var edebilmektedir...

Kuyruğunu yutmakta olan bir yılan gibi “kendi özel alanında kendisiyle yüzleşemeyen” ve toplum içinde bir aradayken de meşruiyet hukukuna bağlı hukuki meşruiyet sürecini oluşturamayan bireyler;

hukuku esas yerine, yani “kamu sahasına taşıyamadıkları için” kamu sahasını da “Kamuyasal” kılamıyorlar...

Aynada hep enseme bakıyorum... Yüzümü görebilmek için aynanın arkasını çevirdiğimde ise yüzümün hiç varolmadığını olmadığını görüyorum...

“Doktor bey ne olur söyleyin; ben daha ne kadar zaman böyle kımıltısız ölü gibi yaşayacağım?...”

Doktor: “Sakin olun. Sadece kendinize doğru küçük bir adım atıverin, değiştirirsiniz…”

Metin Karadağ
Mimarlara Mektup
Mayıs 2008 – Sayı: 111