Mesajı Okuyun
Old 07-05-2008, 10:10   #9
metin karadag

 
Varsayılan

“Sosyal Empati;” Kim/ler/in Sorumluluğudur?…

(UIA 2005 ISTANBUL’un içinden etkilenerek geçen bu yazı, bir giriş yazısı olarak kaleme alınmıştır. – M.K. Temmuz 2005)

Kente, mesleğimize dahası kendimize yabancılaşmamızın yarattığı sorunların çözümüne de yabancı kaldığımız sürece; o sorunlar “peşimizden gelecek…”

Yabancılaşma kavramı ilk kez, Plathon’un “Mağara” benzetmesinde geçer. Ancak tanım biçimseldir ve sadece durumu ifade eder: ”Bütün insanlık aynı mağara içerisindedir… Ortada bir ateş yanmaktadır. Ateşin ışıkları insanların gölgelerini mağara duvarlarına yansıtmaktadır. Ve bütün insanlar, birbirleriyle doğrudan değil, duvardaki gölgeleri aracılığı ile anlaşmaktadırlar…”

Bu tanımda “insanlar gerçekliği; gölgeler ise sanal/hayali olanı” vurgulamaktadır.

Geçtiğimiz yüzyılın başında kısaca “Bu çağ, ‘bürokratik ve teknokratik’ bir çağ olacaktır…” saptamasında bulunan Max Weber, ardından “artık araçlar, amacın önüne geçmiştir…” diyerek gerekçesini de ortaya koymuştur.

Buna benzer bir vurgulama, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabında Thomas Khunn tarafından; “bilimin” yeri “teknoloji /üretim teknolojisi bilimi” tarafından işgal edilmiştir…” biçiminde yapılmıştır.

Çünkü artık bilimsel devrimlerin paradigma-birikimsel süreci, türevlendirilmiş teknolojik üretim süreci ile yer değiştirmiştir.

Weber’den yarım yüzyıl kadar önce ise “yabancılaşma” konusunu ilk kez somut biçimde insanlık gündemine kazandıran Karl Marx olmuştur. “İnsanın kendi kendisine yabancılaşmasının asıl kaynağı; kendi emeğine yabancılaşmasıdır…” diyerek aynı zamanda toplumsal ilişkilerdeki parçalanmanın asıl kaynağına, bireydeki parçalanmaya dikkat çekmiştir.

Fransız düşünürü J. Baudrillard ise günümüzün “araçsallığının ‘daha da artan’ baskısına” vurgu yaparak, Plathon’un “Mağara” benzetmesinin “dönüştüğünü,” ve artık “gölgelerin gerçekliği, insanların ise sanal/hayali olanı” temsil ettiğini dile getirip bunu da “simulacre” kavramı ile tanımlamaktadır…

Yani, açıkça bugün iletişimin araçsal olarak yoğun artışına karşın; insanların birbirlerini anlamaktan daha da uzaklaştıklarını vurgulamak için “sanal insanlar, gerçek iletişimde bulunduklarını sanmaktadırlar...” denilmektedir.

İnsanların kendi kendilerine, aslında kendi emeğine yabancılaşmasından yani özne bireyin kendini parçalayıp nesne bireye dönüşerek yabancılaşmasından başlayıp; birbirlerine yabancılaşmalarıyla da toplumsalda /kültürel olarak,.../ zirvesine varan bu süreçte açıkça görülen; “üretim ilişkileri”nin giderek tamamen “insan/insani ilişkileri”nin yerine geçmesidir.

Buradaki temel problem, “insan/insani/ilişkileri”nin giderek tamamen “üretim ilişkileri”nin bir alt fonksiyonu haline gelmesi sürecinin görmezden gelinmesi; asıl olarak da kendi kendimize/emeğimize/ yabancılaşmamızdır…

“Üretim ilişkileri”nin, “insani ilişkilere” baskın olarak önkoşul haline gelişi; yukarıda da benzer örneklerde yer alan bizzat ”aracın, amacı aşması durumu”dur…

“İnsani, doğal ve açık olan karşılıklı her türlü ilişki, hukukun temel kaynağıdır.” Çünkü hukuku, ancak insani, doğal ve açık olan sürekli “insani ilişkiler” üretebilir.

Beklenir ki zaman ilerledikçe insanlığın yaşamsal deneyimi ve birikimi arttıkça, hukuk üretme yeteneği de gelişecek ve toplumsal paylaşımın aktöresel değerleri yükselecektir.

Oysaki öyle olmamaktadır. Aksine ilişkilerde karatöresel yoğunluk artmaktadır.

Çünkü üretim ilişkileri, “üretim, kar, verimlilik, vb.” önkoşullarından oluştuğu için sonuçta ortaya çıkan sözleşmeler de hukuki değil, kanun ya da kanun hükmündeki “tek yanlı” sözleşmelerden oluşmaktadır.

Böylece bugüne dek tamamen “hukuk devleti” ve sonrası sürece doğru evrilmesi gereken toplumsal yaşam; gittikçe daha da fazla “kanun devleti” haline dönüşerek yaşayan ve yaşatan hukuktan uzaklaşmaktadır.

Esas ögeleri, ek bileşenleri ve verileri açısından birbirlerinden çok büyük farklar taşımasına karşın “insan/insani/ilişkileri” ile “üretim ilişkileri”nin sanki aynı kavram ve değer alanındaymışçasına, eş değişim değeri olarak kabul edilip birbirinin yerine kolayca kullanılmaları; adeta farkında olunmadığı için sorumluluğu da kimse tarafından üzerine alınmayan “kötü bir davranış alışkanlığı” yani karatöre haline gelmiştir.

Oysaki her iki ilişkiler grubunun iki ayrı kümede ögelerini ve ek bileşenlerini alt alta sıraladığımızda, “veri toplamlarının” olağanüstü farklar taşıdığını; bu masum görünen “karıştırma davranış alışkanlığının” yol açtığı insanlık suçlarının da “sosyal empati”nin oluşması ve gelişmesi önündeki en büyük engel olduğunu göz ardı etmememiz gerekmektedir.

Aynı süreç içinde böylesi bir suça, mimarinin “nasıl kolayca alet olabildiğini” görebilmek için, basitçe henüz araç ve amacın yer değiştirmesinin yol açtığı tahribatın bu denli büyük olmadığı bir dönemle işe başlamalıyız.

Biliyoruz ki, henüz hukukun kendi başına ayakta duramadığı, günümüzün demokrasi ve kent ilişkisinin sorgulanamadığı tek yanlı, monarşik/prekapitalist dönemlerinde; kentin en etkin ve belirgin büyük yapıları, iktidarı temsi eden siyasi, askeri, dini, ve benzeri kalıcı amaçla üretilmiş yapılardır.

Kentte bazı özel/genellikteki koşullar dışında, toplumu oluşturan insan ilişkilerini kesmeyen, etkilemeyen ve dönüştüremeyen bu yapısal konumlanma, manifaktür/küçük üretim/zanaat alanlarının da dağınıklığı nedeniyle etkinliğini korumuşlardır.

Endüstriyel üretimin ortaya çıkıp yoğunlaşması sonucunda önce, kent içinde parçalı konumdan bütünsel yapılanmaya geçiş; daha sonrada bir önceki dönemin baskın, etkin, büyük boyutlu yapılanmaları yanında bambaşka devasa kent yapılaşmaları oluşmaya başlamıştır.

Kentin o güne kadar varlığını koruyan organik dokusu içten içe “prodüktif, rantabl, vb.” önkoşullu yapı adalarıyla parçalanarak zorunlu dönüşüme uğratılmaya başlar.

Artık endüstri yapılaşmalarının tamamen kent dışında oluşturulması sonrasında ise artık önceki süreçlerden “bambaşka bir aşama,” kentsel yapılanma sürecinin omurgasını oluşturmaya başlamıştır.

Bu aşama artık kentte ve toplumsal yaşam ve kavram alanında dönüşüm kavramının tam anlamı ile yerine getirildiği “üretim ilişkileri” esaslı bir döneme işaret eder… Amaç da tamamen aracın kulu haline gelmiştir. Tarihsel dönem olarak da Max Weber’in dikkat çektiği geçen yüzyılın başındaki dönem öncesidir artık.

Üretim ilişkileri önkoşullu endüstriyel yapılaşma alışkanlığına karşı, yani tarihsel kökene sahip kentlerde bu tür yozlaştırıcı asosyalize dönüşüme karşı bir nebze olsun kültürel birikimiyle direnenlerin deneyimleriyle oluşturup geliştirdiği sosyal empati; yalnızca kentlerin korunup yaşatılmasında değil o kentte yaşayanların da sağlıklı özneler yada sosyalize bireyler olarak serpilip gelişmelerine katkıda bulunmuştur.

Direnemeyenler ise insan ilişkileri alanında “üretim ilişkileri kanalı/KANALİZASYONU ile kolayca aktarılabilen/endüstriyel kodları taklide başlamışlardır. Bu en başta büyük çoğunluk için göze ve kulağa hoş gelmiştir.

Çoğu kez dile getirdiğimizle anlatmak istediğimiz aynı olmayabilir.

Sadece iyi niyetimizin bizi kötülük yapmaktan alıkoyamayacağı gibi…

Örneğin “toplu konut” kavramı ile yapılan şeyler arasında olduğu gibi… Kısaca daha nice nice yapılaşma bozukluluklarında olduğu gibi…

Artık iyiden iyiye “üretim ilişkileri ve ona bağlı tüketim ilişkileri nesnesi” olmak dışında bir olasılığın sunulmadığı günümüzün “ranza kentlerinde, insani ilişkilerinden arındırılmış balık istifi nesne bireyler olarak” bir gün kendimize; “burada ne aradığımızı sormaya ve bunun da yanıtını aramaya başladığımız da”; hemen her gün, sabah ve akşam kapımızın önüne koyduğumuz “çöp poşeti” ile aynı yolu (üstelik asansörü de) kullandığımızı fark edeceğiz…

Bu sorunlu insan yerleşimleri biçiminin alternatifi, yeni ortaçağ tarzında, insani ilişkilerden/hukuktan mahrum/izole edilmiş ve uç bir örneği olarak rezidans tarzı yapılanmalar olamaz. Ancak olsa olsa bu; başka bir deformasyonun başlangıcı olabilir.

Günümüzün kentlerinde yaşadığımız sorunların oluşmasına en küçük bir katkısı bile olmuşsa; “ki biliyoruz, mutlaka var…”; aynı sorunların çözümünde mimar, yarattığı sorunların yabancısı olarak değil, mutlaka “sorumlu sahibi olarak” yer almalıdır.

“Endüstri kenti nesnesi bireyden, sosyal empati öznesi bireye doğru yol almak konusunda katkıda bulunmak, yani gereği olan mekanları üretmek gibi…”

“İnsani ilişkiler”in yeniden “üretim ilişkileri”nin ön koşulu olarak mimarlar tarafından yaşama ya da buradaki deyişle mimariye kazandırılmasıyla kendine mekan bulabilecek olan Sosyal Empati; bize kendimizi ve mesleğimizi yeniden kazandıracaktır…

Düşünmek, yeniden düşünmek gerek…

Metin Karadağ

Mimarist Dergisi