Mesajı Okuyun
Old 06-04-2008, 23:48   #2
metin karadag

 
Varsayılan

Anoreksiya

Bu kulağa çarpıcı gelen kelimeyi ilk duyduğumda “kesin Afrodit ya da Venüs gibi bir kadın; tanrıça adıdır” diye aklımdan geçirmiştim. Değilmiş. Daha kötüsü, bazı durumlarda ölümcül sonuçlara da yol açan “iştahsızlık” hastalığının adıymış. Buradaki konumuz da zaten “iştahsızlık hastalığı”nın bir başka türü ile ilgili.
“Kamusal alan” ile “özel alan” arasında beynamaz/binamaz kalan bireylerden oluşan “cemaatçi toplulaşmalar”ın yol açtığı “sosyal empati iştahsızlığı”; iş “hukuk üreten toplum olmak” konusuna geldiğinde, en ağırından mide bulantısı, baş ağrısı ve karşısındaki her şeye karşı gizli veya açık tahammülsüzlükle kendini göstermektedir.
Cemaatçi toplulaşmaların olduğu yerlerde (yani “her yerde”) neye ve kime karşı yapılırsa yapılsın “linç” birdenbire “tahrik edilmişler” gerekçesiyle “meşru müdafaa” gibi ele alınmaktadır. Örneğin geçtiğimiz ay içinde İstanbul Tarihî Yarımada sınırlarının anıtsal sur duvarları linç edilerek trafiğe açıldı.
Bir tür güruh olan ve tahrik edilmede hiçbir eksiklik duymayan “cemaatçi toplulaşmalar;” sıra “hukuk etiğine dayalı ortak bir ahlak felsefesine uygun davranma” konusuna geldiğinde “doğal olarak” aniden “iştahsızlaşmaktadırlar...” Hiç tereddütsüz ve ayrımsız tüm cemaatçi toplulaşmaların şaşılacak derecede benzerlik ötesi “aynı” tavır ve davranışlarını; hiç farkına varamadıkları bir biçimde bağırlarında taşımakta, ayrıca yeniden ve yeniden üretmektedirler.
Ortaya çıkan her bir “cemaatin kendi hukuku,” daha doğrusu “evrensel hukuk anlayışsızlığı” sosyal bireyi yani özel alanı yok etmeyi hedef aldığı gibi kendi cemaat hukukunu baskın kılmaya çalıştığı, hukukun esas üretim yeri olan kamusal alanı da yok etmektedir.
Hemen en yakındaki bir aynaya bakarak, “Hemşerim sen hangi cemaattensin?” ve ardından “İçinden mi?” diyerek de pekiştirici sorularla kendi kendimizi test edebiliriz. Kolayca kabullenemesek de “gerçekten bu böyledir...” Yani kamusal alanın bugünkü halinin birer sorumlusu olarak bir şekliyle cemaat toplulaşması davranışına bir kenarımızdan temas halindeyizdir ve onu üretiriz de. En basitinden futbol fanatiği olmasak bile kendimize yakın bulduğumuz takımın hiç tanımadığımız bir taraftarına, farkına varmadan “öteki takım”ın taraftarından daha yakın ve ayrıcalıklı davranırız... Ya da trafik sıkışıklığında bizi daha çabuk işe veya eve götürürken kuralları açıkça ihlal eden minibüsümüzün şoförü; aynı ihlali yapan diğer minibüsün şoföründen daha yakın gelir. Neden acaba? Oysaki kuralları ihlal konusunda her ikisi de aynı suçu işlemekteyken biz birine göz yumar ve susarız...
Yok eğer, hep bir ağızdan “Hayır değilim!...” diyeceksek o zaman en yakın kapı komşumuzla olan ilişkilerimizden başlayarak, kendi çevremiz ve giderek ülke boyutunda genişleyen halkalarda, yani her alanda hiçbir değer üretmeyen hukuksuzlukların oluşturduğu yaşam fanusunu; yani toplumsal yaşamın gerek ve şartı olan “tasada ve kıvançta birlik”ten kaynaklanan sorumluluk ve haklarımızı bir türlü kullanamamaktan oluşan koskoca sorunlarla dolu dünyayı görmezden geliyoruz (ya da başka bir ülkenin insanıyız) demektir.
Nerede olursak olalım, eğer kırsal ya da kentsel yaşamı kendimizin dışında bir dünya olarak algılıyorsak, öncelikle bunu nasıl becerdiğimizi açıklamakla yükümlüyüzdür. Aksi durum, “her türlü insani ilişkiden yoksunluk halidir” ki bunun ilgili tıp alanındaki adı, “asosyallik” yani “delilik”tir.
Kelime karşılığı olarak “hak” kavramının çoğulu olan “hukuk,” en basit haliyle iki kişi arasındaki hak dengesini oluşturan yazılı ya da yazısız tüm sözleşmelerin üçüncü kişiler için de eşit biçimde geçerli bir “hak” olabilmesi ve sürekli adaletin sağlanması kültürüdür.
Eğer kamu yararı için farklı gerekçelerle farklı bir özellik kazandırılmamışsa, tüm kırsal ve kentsel yaşam alanları “aynı zamanda hukuk üretim alanları” olup bireysel hakların yani özel alanların birbirini yok etmeksizin bir arada yaşayabilmelerinin güvencesini tüm bireyler adına sağlayan kamusal alanlardır.
Neden birbirine taban tabana zıt gibi görülen cemaatler, bütün kentlerimiz ve kırsal alanlarımızda eşzamanlı olarak sürdürülen “yok edici oldubitti uygulamalar” konusunda, kamusal ve özel alanın gerek ve şartı olan evrensel hukuku yok sayarak, kendi hukuk anlayışlarını dayatmaya çalışmakta adeta sözleşmiş gibi “tıpatıp aynı biçimde” davranmaktadırlar?
Bu hukuk iştahsızlığının, bu sosyal empati yoksunluğunun, bu kamusal alan tanımazlığının esas nedeni, açıkça ya da gizlice olsun, bireyler olarak sorumluluklarımızdan kaçarak “içini boş bıraktığımız” özel alanlarımızın “cemaatlerce” işgal edilmesinden başka bir şey değildir...
Özellikle farklı dünyalarda yer alan “cemaatler”in her nasılsa “bir kenti dönüştürmek” gibi “tıpatıp aynı” gerekçe etrafında toplaşarak içinde yaşadığımız İstanbul’u Meta gibi Pazarlama talanında aynı safta yer tutabilmesi, aklıma Stanley Kubrick’in “2001: Uzay Macerası” filminin son sahnelerini getirdi.
Filmde, ışık hızındaki uzay yolculuğundan sonra her nasılsa tekrar dünyadaki evine dönen astronot, bir odada henüz yeni doğmuş haliyle kendi çocukluğunu, diğer odadaki yatakta ise yine kendisinin yaşlanmış halini görür. Başını aynaya çevirip baktığında ise giydiği astronot kıyafetinin “içi boştur,” kendisini göremez.
Cemaatçi davranışlar, kendi kendimize karşı yabancılaşarak, “boş bıraktığımız” özel alanımız /bizim boşluğumuz/ üzerinden kamusal alanlarımızı kemirmekteler.
Çünkü “Uzay boşluk kaldırmaz...”

Metin Karadağ
Aralık 2006