Mesajı Okuyun
Old 28-11-2007, 18:22   #12
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 11
Gönderim Tarihi : 26.11.2007 / 21:45
Yazar : Rumuz : Hırkalı Kuzu
Başlık : İnsan ve Zindan

Gözümüzdeki bağları çözdüler. Bizi teker teker hücrelere tıktılar. Hücreler küçücüktü. Hava insanın ciğerlerini çürütecek kadar ıslak ve soğuktu. İçime çektiğim her nefes sanki kaygan bir yılandı. Karanlığa aldırmadım. Korku karanlığı bile örtüyordu.

Verdikleri ilk yemeği paltomun iç cebine sokmuştum. ‘’Bir daha ne zaman yemek verecekleri belli olmaz.’’ diye düşünmüştüm. Yemek dedikleri çeyrek ekmekti. İç tarafından boydan boya bıçakla yarılmış, arasına bir kaç siyah zeytin ve biraz da peynir sıkıştırılmıştı. Sonradan öğrendim ki burada günde iki öğün yeniyordu ve hep aynı yemek yeniyordu. Peçete yoktu. Zindancıdan peçete istemek yersiz olacaktı. On beş gün daha burada kalacaktım. O yıllarda gözaltı süresi toplu suçlarda on beş gündü. Bu süre içinde daha önemli isteklerim olabilirdi. Dilekte bulunma hakkımı atiye bıraktım.

Nitekim makul bir süre sonra sigara ihtiyacı kendini belli etti. Önce sabrettim. Sigarasızlık artık dayanılmaz hale gelince hücrenin kapısına elimle hızlı hızlı vurdum. Hayatımda ilk kez bir kapıyı içerden çalıyordum.

Yan yana sıralanmış pek çok hücre vardı. Zindancı odasından gelip ortalama bir yerde:

- Çağıran hanginiz? diye bağırdı.

Bu kez kapıyı belli etmek için parmağımla hafifçe tıklatarak:

- Buradayım, diye seslendim.

Kapıyı açan ince, zayıf yapılı, nevrotik biriydi. Sertçe sordu:

- Ne var?
- Bir sigara rica edecektim…
- Beni bunun için mi çağırdın?.
- Açım, üşüyorum,uykusuzum. Ama sadece bir sigara istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

Cevap bile vermeden kapıyı çarparak çekip gitti. Elinde bir sigarayla dönmesini umutla bekledim. Beklemek boşunaydı ama hücrenin karanlığında yapılacak en akıllıca işti.
Sigara içmek yerine küçük küçük ekmek parçacıkları çiğnemek belki beni oyalar diye düşündüm. Ekmeği cebimden çıkardım. Kapıdaki delikten sızan kör ışığa doğru uzatıp ‘’neresinden koparırsam zeytinler düşmez’’ diye ekmeğe baktım. Bu bakışımla kendimi elinde kurukafayla Hamlet’e benzettim. ’Olmak ya da olmamak.’’ vecizesi aklıma geldi. Bu seçenekle ilk kez karşılaşıyordum. ‘’Olmak’’ bana büyük acı verecekti. Bu koşullar altında düşününce ‘’olmamayı’’ tercih etmeliydim. ‘‘Olmamanın’’ tek yolu ölmekti.

Gülünç bir yanlışlık sonucu gizli bir örgütün lideri olduğum sanılıyordu. Lider olanı iki tokat atıp bırakmazlardı. Beni lider sandıklarından posamı çıkaracaklardı. Üzerimde çalışmaları için yasa onlara on beş gün süre tanıyordu. Buradaki on beş gün dışarıdaki bir ömre bedeldi. Nereye getirildiğimi anlamıştım. Halk arasında buraya DAL denirdi. DAL ‘’Derin Araştırma Laboratuvarı’’ sözcüklerinin kısaltmasıydı. Laboratuvardaki tek araştırma yöntemi sorgulamaktı. ‘’Delilden suçluya ulaşma’’ yerine ‘’kişiden delile ulaşma’’ yöntemi uygulanırdı. Kişinin suçlu olup olmadığı ikrarından kolayca anlaşılırdı. İnkar ise mümkün değildi.

Hücrelerin bulunduğu koridorun dışından bir yerden korkunç sesler geliyordu. Sorguya alınanlar acı verilmesine ara verildiğinde yalvarıyorlardı. Yalvarırken sesleri insan sesi olarak duyuluyordu. Ama sonra yine acı verildiğinde bağırıyor; bağırırken insanlıktan çıkıyorlardı. O yıllarda henüz müdafiin sihirli gücü keşfedilmemişti. Şüphelinin sorgusunda müdafi bulunması zorunlu değildi. Bazı ülkelerde böyle bir kural olduğunu yabancı filmlerde görüyorduk.

Acının gerçek sesini ilk kez burada duyuyordum. Sorgu kuyruğunda beklerken bu sesleri duymak korku vericiydi. Kafamda kabaca tarttım: Burada çekeceğim büyük acıları terazinin bir kefesine koydum. Buradan çıkınca yaşayacağım küçük mutlulukları terazinin öbür kefesine koydum. Terazi korkudan titriyordu. Ölü veya diri ama hemen şimdi buradan çıkmalıydım; diri çıkmam olanaksızdı. Hamlet kadar bekleyecek zamanım yoktu. Sorgulanma sırası hızla bana geliyordu. Artık bağıranların sayısını, bağırma süresini takip edemez olmuştum. Aralarına düştüğüm grup yirmi kişilik kalabalık bir örgüt olmalıydı.

Bomboş hücrede ölmek için elverişli alet bulmak zordu. Paltomun altına giydiğim yün hırka aklıma geldi. Bu kalın, zırh gibi şeyi bana annem örmüştü. Hırkanın önüne, göğsüm üşümesin diye, boğazıma kadar kapanan uzun bir fermuar dikmişti. İşte bu fermuar işe elverişliydi. Önce fermuarı hırkadan sökecektim. Bir ucunu hücre kapısındaki halkaya bağlayacaktım. Yere oturduktan sonra diğer ucunu boynuma bağlayacaktım. Uzanır gibi yapıp, belden yukarı gövde ağırlığımı fermuara verecektim. Boyun damarlarımdan beynime kan gitmeyecekti. Beynim uyuşacak ve kendimden geçecektim. Adli Tıp Ders Kitabında buna ‘’yarım ası’’ deniyordu. Konuyu yıllar önce okumuştum ama hala aklımdaydı. Hukuk okumanın hayatta çok işime yarayacağını öğrenciyken bana herkes söylemişti zaten.

Fermuarın dikiş ipliğini elimle sökemedim. Hırkayı sırtımdan çıkarıp yere koydum. Ayakkabımın topuğuyla fermuara bastım. Hırkayı parmaklarımın bütün gücüyle yukarı doğru çektim. Kalın iplik bir türlü kopmuyordu. Annem fermuarı evlat sevgisi ile dikmiş olmalıydı. O soğukta terlemiştim. Belki de ölümden korktuğum için fermuarı sökmeye elim varmıyordu. Kendi kendime:

- Korkma, dedim. Sökünce hemen ölmek zorunda değilsin. Sökünce de yine düşünebilirsin. Şimdi sök. Sonra düşün.

Dişlerimle de denedim ama ip kopmuyordu. Artık şansımı daha fazla zorlamadım. Yaşamdan korktuğum kadar ölümden de korktuğum ortaya çıkmıştı. Hırkamı ve paltomu yine giydim.

- Amma beceriksizmişsin, diye korkaklığımla dalga geçtim.
Kendi şakama kendim güldüm. Az önce ben panik halindeyken hırka sağlam duruşuyla örnek bir tavır koymuştu. Yüksek sesle:

- Bir hırka kadar olamadın, diye kendi kendime söylendim.

Eğer hücrede mikrofon varsa hücreyi dinleyen görevli çok şaşıracaktı. Böyle bir ortamda böyle ilgisiz konuşan adamın aklından kuşku duyulurdu. Belki de bu sözü komşu hücrelere yönelik bir şifre sanacaklardı. Bu kez kahkahayla güldüm. Son birkaç dakikadır ne çok gülmüştüm. Yaşamak insanın yüzünü güldürüyordu. Yaşamak akıl dışı bir işti ama duygularla güzelleşiyordu. Ölmediğime seviniyordum. Karar verdim: Dayanacaktım.

Dayandım. Sıram geldiğinde gözlerimi bağlayıp, beni de sorguya götürdüler. Ben sesimin önceki çığlıklar gibi çirkin çıkmasını istemiyordum. İlk acı dalgasında aslanlar gibi kükredim. Ama ilk acı bile epey uzun sürünce sesim kendiliğinden inceldi. Gözlerimde şimşekler çakıyordu. Göğsüm yırtılıyor sanıyordum. Kaslarım koparılıyor gibi oluyordu. Acıdan kustum. Acıdan kendimi kaybettim. Yine acıdan kendime geldim. Gözümün önünde saçma sapan hayaller uçuştu. Bayıldığımda kusmuğumla boğulmayayım diye beni yüzü koyun çevirmişler. Ayıldığımda duyduğum acı yüzünden alnımı yere vururken göz bağım hafifçe yukarı kaymıştı. Gözbağımın alt kenarında incecik bir açıklık oluşmuştu. Bu açıklıktan yere doğru bakarken siyah bir ayakkabı gördüm. Ayakkabı şekilsiz duruyordu. Giyenin ayak başparmağının dibindeki kemik yana doğru, dışarı fırlamış gibi çıkıntılıydı. Ayakkabı bu kemiğe göre şeklini kaybetmişti. Sonra yine acıyla gözlerim kamaştı, yine bağırdım. Çok bağırdım. Arada durup, soru soruyorlardı. Önceleri:

- Bilmiyorum, diyordum.

Ama ‘bilmiyorum’ demenin yararı olmuyordu. Yalvarmaya başladım:

- Ne istiyorsanız onu söyleyeyim. Ne istiyorsanız imzalarım…

Ama onlar imza değil, bilgi istiyordu. Bense bir öküz gibi bilgisizdim. Ve bu yüzden acı acı böğürüyordum. Aslanların mağrur gücünü bırakmış, öküzlerin sabırlı gücünü yüklenmiştim.

Asırlar geçti sanki. Ve bitti. Boş bir çuval gibi sürükleyerek beni hücreme geri getirdiler. Yere bıraktılar. Göz bağımı çıkardılar. Yan yatıyordum. Çırılçıplaktım. Dizlerimi çeneme çektim. Ana karnında bebek olmak istiyordum. Giysilerimi tortop olmuş biçimde kapıdan atıp gittiler. Paltomu altıma çektim, hırkamı üstüme çektim. Örtünmeye çalıştım. Zangır zangır titriyordum. Ben titredikçe üstüm açılıyordu.

Yattığım yerde bulanık bir kafayla düşünüyordum: Bu acıların nedeni ilkellikti. İnsanlık henüz gelişmemişti. Usul yasasını değiştirmeyenleri düşündüm. Bürokratlar, kamuoyu, hukukçular, seçmenler… Bu saydıklarım arasında ben de vardım. İnsan zindandan beterdi. Uyur uyanık sayıklarken bir de şiir dökülmüştü içimden:

İNSAN ve ZİNDAN
Pençelerinden kan
Damarlarından buz akan insan!..
Senden daha aydınlık
Senden daha sıcak zindan
Bırak beni karanlıkta
Yağlı meşaleni yakma
Kapıma bakma sakın

Ayak sesi geliyor
Bir adım insan, bir adım şeytan
Bir adım insan, bir adım yılan
Her adımda zindan korku doluyor

Tavanından buz sarkan
Duvarlarından kan sızan zindan!..
Senden daha karanlık
Senden daha soğuk insan
Karanlığınla kundakla
Soğuğunla kucakla
Beni bırakma sakın

Ayak sesi gidiyor
Her adımda zindan huzur buluyor

***
Güzel şiirler büyük acılardan doğarmış. Çekilen acı düşünülürse bu şiir bir başyapıt olmalıydı.

Epey bir zaman sonra ayağa kalkabildim. Koluma, bacağıma baktım. Kırık, çıkık yoktu. Yine giyindim. Yine aslan gibiydim. Hırkamın fermuarını yukarı çektim. Çekerken çıkan ‘fıırrt’ sesi güzeldi. Önümü gerekmediği halde birkaç kez daha açıp kapadım. Fermuarı fermuar olarak kullanmak hoşuma gitmişti.

İlk aşamayı atlatmıştım. Diğerlerine dayanmam daha kolay olacaktı. Artık acıyı biliyordum.. Çok yararlı bir deneyim kazanmıştım. Keyiflendim. Sanki büyük bir başarının kahramanıydım. Bu keyifle hızlı hızlı kapıya vurdum. Zindancıyı çağırmanın tam zamanıydı. Bir keyif sigarası isteyecektim.

Bu kez kapımı başka bir zindancı açtı. Koridorun alaca karanlığında sadece dökük saçlı ve tıknaz olduğunu görebiliyordum. Taşralı kibarlığıyla ve gülümseyen bir sesle:

- Buyur, dedi.

Ben de kibarca:

- Bir sigara rica edecektim, dedim. Dedim ama açılıp kapanan ağzımdan ses çıkmamıştı. Bağırmaktan ses tellerim bozulmuş olmalıydı. Boğazımı temizleyip bir daha denedim. Yine sesim çıkmadı. Sonunda nefes sesimle fısıldayarak:

- Sigara, diyebildim.

Bu seferki zindancı beklenmedik ölçüde sevgi doluydu:

- Tabii, tabii… Hemen vereyim, diyerek gömlek cebinden paketi çıkardı.

Paketin içinden bir sigara çekip:

- Buyur, diyerek bana uzattı.

Karanlıkta göremiyordum ama ‘’ Buyur’’ derken gülümsediği sesinden belliydi. Bu içten tavrı beni duygulandırdı. ‘’Hayatta böyle insanlar da var. Hayatta böylesi anlar da var.’’diye sevindim. Dostça sıcak bir ses duymak acılarımı unutturmuştu Öylesine duygulanmıştım ki boğazım düğümlenmiş, gözlerim dolmuştu. ‘’Çok teşekkür ederim.’’ diyecektim; diyemedim. Bu kez nefesim bile çıkmadı. Kibar olmak biraz da olanaklara bağlı. Yutkunmakla yetindim.

Çakmağını çıkardı, çaktı. Diğer eliyle alevi koruyarak bana uzattı. Ağzımdaki sigarayı yakmak için ateşe eğilirken iki elini minnettarlıkla iki avucuma aldım. Burada o kadar yalnızdım ki şimdi insan sıcaklığını avucumda duymak beni daha da duygulandırmıştı. Sigaramı yakarken ‘’Çıktığımda bu iyi insanı mutlaka arayıp sormalı, dostluğumuzu devam ettirmeliyim.’’ diye düşündüm. ‘’Çocukları vardır. Çocuklarına hediye alırım, minnet borcumu böylelikle öderim.’’ diye bir de plan yaptım.

Bir iki nefes çekince sigaram çakmaktan ateşini almıştı. Sigaramın yandığını gören sevimli dostum ellerini geri çekti. O sırada, bir an için, tam çakmak sönerken, çıkıntılı ayağına göre şekli değişmiş siyah ayakkabıları gördüm.