Konu: Kaptan
Mesajı Okuyun
Old 26-07-2008, 17:30   #1
Av.Cengiz Aladağ

 
Varsayılan Kaptan

KAPTAN



Yolculuk gerekir bazen.
Çeşitli nedenlerle yerinizden
kımıldayamadığınızda bile bir yerlere
gidebilirsiniz aslında.
Bu, tam da öyle; mutfakta, bir
sandalyede otururken çıktığım bir
yolculuğun öyküsüdür.







“Saat dörtte.” demişti. Teknede buluşacaktık. “Ne getireyim?” diye sordum. ”Sen eksiksiz gel, aklını bir yerlerde bırakma, yeter.” dedi.


Uyuma isteğiyle uyutmayan sıkıntıların meydan savaşında iki ateş arasında kalmakla geçen saatler sonrası, gitme zamanının geldiğini düşünüp evden çıktım. Hafif bir rüzgar, bulutlu ve koyu gökyüzü, yağdı-yağacak bir hava. Serin olur diye sıkı giyinmiştim, yürüyünce fazla bile geliyor, terliyordum. Tekneye vardığımda oradaydı. “Günaydın!” dedim, başını salladı, önündeki bir kutuyla meşgulken elleri. Tekneye atladım, montumu çıkarıp, ellerimi iki yana açabildiğimce açıp. iyotlu havayı çektim içime. Çevreye göz gezdirdiysem de, kedi bile göremedim. Rüzgar, direkdeki bayrağı hafif hafif sallıyor, dalgasız deniz yine de dalga sesi çıkarıyordu.


“Halatları al.” dedi. Halatları çözüp tekrar tekneye atladım ve O'ndan öğrendiğim gibi topladım. Motoru çalıştırmış, dümene geçmişti. Balıkçı korunağından çıkıp teknenin burnunu batıya yöneltti. Yanına gittim. “Termosta kahve var.” dedi. Utandım o an; ben hiçbir şey getirmemiştim, bir paket bisküvi olsun alsaydım ya. Neyse, olan olmuştu, kahveleri doldurdum, daha önce öğrendiğimden “Şeker?” diye sormadan kahvesini uzattım.


Denize açıldı mı, gözünü ufuktan ayırmazdı. Çok önceden yitirdiği bir denizkızını arar gibi, denizde oluşunun tek nedeni buymuş gibi bakardı uzaklara. Saçları, ben bildim bileli bembeyaz ama gürdü; beyaz-kahverengi karışımı sakalı ile birleşince, gözlerinin koyuluğunu daha da arttırıyordu. 65 yaşında olduğunu söylemişti bir kez. Adını bilmiyordum, herkes “Kaptan” diyordu, ben de alışmıştım buna. O'nu beş yıldır tanıyordum. Tanışma öykümüz ilginçti. Bir şişe cep kanyağını ıssız sokaklarda yürüyerek bitirdiğim, ikinciyi denize karşı içmeye karar verdiğim bir gece, uzattığım ayaklarıma değercesine dalgalanan denize doğru betona oturmuş, tam da biraz önce teknenin halatlarını topladığım yerde öylece durup, belli belirsiz pıt-pıtların uzaktan geldiğini sanırken, teknesi önümde belirivermiş ve halatı bana atmıştı hiçbir şey söylemeden. Bir elimde kanyak şişesiyle, betondaki halkaya geçirip halatı, çekmiş ve bağlamaya çalışmıştım. Diğer halatı da atıp, ben tutar tutmaz kıyıya çıkmış ve “Gel bak, böyle bağlanır.” demişti. Gemici düğümü terimini sadece bir şiirde kullandığı için bilen ama nasıl atıldığından habersiz olan benim için iyi bir dersti bu. Hem gemici düğümünü öğrenmiş, hem de bir başka şiirimdeki “çımacı”nın ta kendisi olmuştum ikinci halatı O'nun gösterdiği şekilde bağlayınca. Sonra, elimde kanyak şişesi, öylece dururken, O'nun elini uzattığını görmüş, elimi sıkmak için değil, şişe için uzanan bu eli boş çevirmemiştim hafifçe gülümseyerek. Ama O, şişeyi ağzına götürmemiş, göz hizasında tutup bakmış ve bana geri verirken “İyi bir şey değil.” demişti. Savunmaya geçecek kadar gücüm yoktu; ruhen yorgundum. “Gel, çay içelim.” demişti. Balıkçı barınağının denize bakan binasına girdiğimizde şaşırmış, bu saatte buranın açık olması bir yana, çok yoğun sigara dumanı üretebilecek kadar insanın bulunmasına hayret etmiştim. Ortada kızarmış bir sac soba, sıcaklığını cömertçe sunuyordu. İçeri girer girmez başlar bize yönelmiş, önce O'na “Hoşgeldin Kaptan.” ve sonra da bana “Sen de hoşgeldin kardeş.” sözleri baş sayısınca yinelenmişti. Kafasını sallayıp bir masaya doğru gitmişti Kaptan. Çevreme “Hoşbulduk.” diyerek Kaptan'ı izlemiştim. Hiç sormadan çay getirmişti bir adam. Kaptan sanki içine bakıyordu; gözleri ifadesiz ve yorgundu. Çaya şeker atmaya davrandığımda kanyak şişesini elimde unuttuğumu farketmiş, utanmıştım. Kapağını atmamış olsam, kapatır, cebime koyardım ya, çaresiz bir yudumda bitirip, öyle atmıştım cebime. Boğazımdaki yangın çayı içince artmış, utancımdan çevreme bakamaz olmuştum. Bir süre çay kaşığıyla oynayıp oyalanmış, sonra cesaret edip kafamı çevirdiğimde, çay getiren adam dışındakilerin bize baktığını görmüştüm. Kiminle gözgöze gelsem saygıyla başını öne düşürüp selam veriyordu. Kaptan'la beraber gelmiş olmamın bana, kanyak konusundaki hatamı bile görmezden gelmelerine yol açan bir saygınlık kazandırdığını anlamıştım. Kaptan'ın kim olduğu, kimseyle konuşmadığı halde neden böyle saygı gördüğü konularını ilk o zaman düşünmüştüm. Beş yıl önce o gece “Kim bu yaşlı adam ve neden seviliyor?” diye kafa yoran ben, merakını giderememiş ama o tanışma gecesi sonrası Kaptan'la dost olmuş, O'na herkes gibi saygı duymaya başlamıştım.


Eliyle solda bir yeri gösterip, “Senin Bandırma orada.” dedi. Az konuşur, söylediğine de yanıt beklemezdi. Soru sormazdı. Nasılını bilmem ama sanki herkes hakkında herşeyi bilir gibiydi. Marmara Adası'nı geride bırakmaya başladığımızda sabah olmuştu. “Ağ atmayacak mısın?” sorusuna “Dönüşte.”; “Ne zaman döneceğiz?” sorusuna da “Bakalım.” yanıtını aldım.


Öğleye doğru motoru kapattı, “Haydi yelkene!” komutunu verdi. Daha önce de yelken açmışlığım vardı O'nun teknesinde; O'nun üç dakikada yaptığını yirmi dakikada ancak yetiştiriyordum. Ama artık gemici düğümlerim rüzgarla çözülmüyor, yelken ne kadar gerilirse gerilsin dayanıyordu. Hemen işe koyulup, kendi rekorumu kırarcasına hızla açtım yelkeni. Rüzgar yelkeni doldurdu, yelken tekneyi taşımaya başladı. Neredeyse motor kadar güçlü itiyordu, hızımız azalmamıştı bile.


Bir saat daha yol aldıktan sonra rüzgar kesilir gibi oldu. “Toplayayım mı?” diye sordum, başıyla onayladı. Yelkenleri toplayıp direklere sardım ama motoru çalıştırmadı. “Demir atalım, burası sığ.” deyip, söylediğini yaptı. Şaşırdım. Kıyıdan bu denli uzaktayken, ağ da atmadığımıza göre, neden duruyorduk? Meğer Kaptan'ın öyküsünü dinleme molasıymış. Bunu, demiri atıp, fincanlara kahve doldurduğunda öğrendim.


“Yirmi yıl kadar önceydi; tam olarak 1985 yılı. Çok yağmur yağmıştı, bilmem anımsar mısın? İki gün hiç durmamıştı.” dedi Kaptan, bana Yüz Yıllık Yalnızlık'daki hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yağmuru çağrıştırarak. Benden hiçbir anımsama belirtisi gelmeyince devam etti.


“O yağmurlu günlerin sonuncusunda bir kaza oldu. Mühendis kadın ve erkek, iki de çocuk. Çocuklar ve kadın öldü. Adam kullanıyordu arabayı, yaralı kurtuldu. O adam bendim. Kaza, benim hatamdı. Diğer araçta da bir kişi ölmüştü. Birkaç ay hapis yattım. Mahkemede bir şey diyemedim, sustum. Çıkınca da susmaya devam ettim. Oralarda duramazdım, buraya gelip yerleştim. Şu tekneyi o zaman aldım, balıkçılığa başladım. Deniz adamı hem evcil hem yabanidir. Benim suskunluğumu normal karşıladılar, yaşımdan ötürü 'Kaptan' dediler, sorduklarında susmama darılmadılar. Ama sevmediler de beni. Uzak durdular hep. Galiba benim istediğim de buydu. Denize bakmayı seviyordum. Zamanımın çoğunu denizde geçiriyordum. Öyle ki, bazen döndüğümde balık bayatlamış oluyor, satılmıyordu. Basit bir hayatım var şimdi. Deniz yetiyor bana. İçki, sigara içmem, tek kötü alışkanlığım şu deniz.”


Durdu. Anlatırken yüzüme bakmıyor, teknenin döşemesindeki tahtaları sayıyor gibi gözlerini oradan ayırmıyordu. Bu duruşun soru sorabilmem için mi, onun anlattıklarını toparlayabilmesi için mi olduğunu anlayamıyordum. Derken sözünü sürdürdü.


“Kısa ama benim öyküm de bu işte. Makine mühendisiyim. Balık, tamirat derken geçiniyorum. Dünyada geçinmek zor iş değil. Hele de isteklerin, ihtiyaçların çok değilse. Ama içinde, kendi kendinle geçinmek öyle değil. Onca zaman geçti bak, hala affetmedim kendimi. Karımı, çocuklarımı öldürdüğümü düşünmediğim gün yok. Çözümsüz bir konu.”


“Geçmişi geçmişte bırakmak gerek.” diyerek araya girdim. Başını kadırdı ama yine bana bakmadı, denize dikti gözlerini.


“Olmuyor. Olmuyor ki. Seslerini hala duyuyorum. Çığlıklarını. Yanımda oturan eşimin, araba takla atarken yanağıma çarpan kolunun sıcaklığını, arkada oturduğu halde ön camdan fırlayan küçük oğlumun kucağıma düşen ayakkabısını...”


Sustu. Devam etmesini bekleyerek ben de suskun kaldım. İçindeki acıyı akıtmasını, irinleri boşaltmasını, belki böyle rahatlar diye bekledim. Sustu ve o gün artık konuşmadı Kaptan. Bir daha da bu konuyu açmadı.


Suskun ve sert görünümlü hali ile yaşamına devam etti bizim Kaptan. Ben bir kaç yıl sonra oradan ayrıldım. Vedalaşmak için aradığımda, denizde olduğunu söylediler. O'na selam bırakarak gittim. Bugüne dek bir daha hiç ayak basmadım buraya. O, nasıl bir başka kentte duramayıp kaçmışsa, belki o kadar acı değilse de kendimce nedenlerle ben de buradan kaçmıştım. Ama yaşam, bir yolunu bulup beni yeniden bu kente getirdi işte.


Sabah, yani bir kaç saat önce, Kaptan'ı aramaya çıkmıştım. Denizdeyse dönmesini bekleyecek, barınaktaysa masasına sessizce oturup çay içecek, teknede rastlarsam gemici düğümünü unutmadığımı O'na gösterecektim. Teknesi oradaydı; boyanmış, biraz yenilenmişti. Önceden yoktu, şimdi bir ad da verilmişti tekneye. Barınağa gittim. Tanımaz gözlerle baktılar bana. Kaptan'ın masası boştu. Ocakçıya sordum. “Bizim Kaptan?” dedi soran gözlerle. “Evet.” dedim. “Teknede yok. Geldi mi sabah?” Ocakçı “Ha, sen bilmiyorsun. Tanıdım şimdi seni. Epeydir yoktun burada, değil mi?” deyince hızla sorularımı sıraladım.

- Neyi bilmiyorum?
- Kaptanı...
- Ne oldu ki?
- Geçen sene tekneyi başıboş bulduk denizde.
- Kaptan?
- Bilmiyoruz. Ortaya çıkmadı. Denize düşse, deniz ölü de olsa adamı geri verirdi.
- Kayboldu yani.
- Evet. Gelmedi. Tekneyi bizim Adem'e verdik. Kaptan gelirse geri verecek ama.
- Hiç haber çıkmadı mı?
- Yok. Ne kendi geldi, ne haberi. Bunca zaman oldu, gelmez artık.
- Kimse görmemiş, duymamış mı?
- Herkes bir şey diyor ya, kulak asma, gören bilen yok.
- Peki, sağol.


Yeniden teknenin yanına gittim. Adem ortalarda görünmüyordu. Tekneye çıktım. Kimse bir şey diyemezdi, tekne Kaptan'ındı. Küpeşteyi okşadım: Sık sık elime kıymık batan yerleri zımparalanmış, verniklenmişti. Adem iyi bakmıştı tekneye. Verdiği ad dışında, yaptığı her şey tekneyi güzelleştirmişti. Bir saatten fazla oturdum, ne Adem geldi, ne Kaptan. Kıyıya atlayıp, halatı çözüp bağladım, yeniden çözüp bağladım. Sanki birazdan sınava girecekmiş gibi gemici düğümü pratiği yaptım. Halatı son çözdüğümde içimden Kaptan'ın teknesini Kaptan'a götürmek, maviliğin bir yerlerinde bekleyen Kaptan'a doğru denize açılmak, hiç geri gelmemek, hiçbir kıyıya çıkmamak, kıyısız sulara ulaşana dek motorla, yelkenle, gerekirse kürekle yol almak geçti. İçimdeki kıskaçlar yüreğimi sıksa da, yaşama bağlı kalmamı sağlacak çok nedenim, bekleyenlerim, geçmişin düşkırıklıklarının yerini almış ve yavaş yavaş yeşermeye, boy atmaya başlamış umutlarım vardı; beni bırakmadılar. Son kez, Kaptan gelse benim eserim olduğunu anlayacakmış gibi fiyakalı bir düğüm attım halata.


Doğrulup, gitmeye davrandığımda, Adem olduğunu tekneyi sahiplenişi ve benden sakınışından anladığım bir adam geldi. Yanıbaşımda durup, kaygılı ve meraklı gözlerle bana baktı. “Adı güzel olmamış Adem.” dedim. “Eline sağlık, çok güzel bakmışsın tekneye ama adını değiştir. Hadi eyvallah!” Elimi kaldırıp salladım. Şaşkınlıkla kekeledi Adem, “Tamam Kaptan” dedi.





Cengiz Aladağ
01/09 Mayıs 2008