Mesajı Okuyun
Old 23-02-2007, 17:52   #4
Admin

 
Varsayılan

Güzel tartışma için teşekkürler. Biraz fazla "bilimsel" kaçabilir ancak ileri sürülecek fikirlere ışık tutacağına inanıyorum:

Alıntı:
Bir sözleşmede kabul iradesi o anda hazır bulunmayan bir muhataba gönderilirse, sözleşmenin ne zaman kurulmuş sayılacağı konusunda dört değişik görüş öne sürmek mümkündür: Örneğin, geleneksel bir sözleşmede kabul haberinin mektupla icapçıya gönderildiği varsayılırsa, bir görüşe göre kabul iradesinin açıklanması yani mektubun yazılış anı sözleşmenin kuruluş anı olarak kabul edilebilir (Açıklama – Belirtme – İzhar Teorisi). Bir diğer görüş mektubun yollandığı anı sözleşmenin kuruluş anı olarak belirlerken (Gönderme – İrsal Teorisi), üçüncü görüş kabul iradesinin muhataba ulaştığı anı (Ulaşma – Varma – Vüsul Teorisi), dördüncü görüş ise muhatapça öğrenildiği anı (Öğrenme – Ittıla Teorisi) esas almaktadır.

TUNÇOMAĞ, BK. 10/1 maddesindeki “Gaipler arasında icra olunan akitler kabul haberi irsal olunduğu anda hüküm ifade ederler” hükmünden hareketle, Türk Hukukunda “Gönderme Görüşünün” esas alındığını belirtmektedir. Doktrindeki hakim prensibe göre ise bu madde kabul haberinin hüküm doğurmaya başlayacağı anı ifade etmektedir, oysa sözleşmenin kuruluş anı kabul haberinin icapçıya ulaştığı andır. Buna göre kabul haberini icapçının öğrenmesi önemli olmamaktadır ve sadece icapçıya varma yeterli görülmektedir. Örneğin, mektupla gönderilen bir kabul haberi söz konusu olduğunda mektubun icabı yapanın egemenlik alanına girmesi ile birlikte (posta kutusu içine atılma), kabul haberi varmış ve sözleşme kurulmuş kabul edilmekte ve bu mektubun icapçı tarafından okunmadan önce zayi olması durumunda da bu sonuç değişmemektedir.


Kişisel fikrime göre sözleşmenin kuruluş anı olarak kabul haberinin icapçıya ulaşma anını seçmenin, gönderme anını seçmeye göre belirgin bir haklılığı yoktur. Örneğin, sözleşmenin kuruluş anının “kabul haberinin icapçı tarafından öğrenildiği an” olarak belirlenmesi pratikte çok belirgin sonuçlar doğurduğu halde, ulaşma anını tercih etmenin aynı belirgin sonuçları doğurmadığı görüşündeyim. Mektup örneğinden hareket edersek, mektubun icapçının posta kutusu içine girdiği ama halen bilgisi dahilinde olmadığı anda, sözleşmenin kurulmuş sayılması ve kabul haberinin muhatapça öğrenilmesinin aranmaması karşısında, sözleşmenin niçin mektup icapçı tarafından postaya verildiği anda kurulmuş sayılmadığını açıklamak kanaatimce güçtür. Zira mektubun postada kaybolması ile, icapçının posta kutusu içinden çalınması arasında pratikteki sonuçlar açısından bir fark bulmak çok zordur, her iki durumda da kabul mevcut olacak ancak icapçı bundan haberdar olmayacaktır.

Belki aynı güçlüğün kabul iradesinin açıklanması ile gönderilmesi arasındaki ayrımda da söz konusu olduğu savunulabilir. Ancak bu olasılıkta kabul iradesinin sadece açıklanması durumunda, irade karşı tarafa gönderilinceye kadar her zaman bu iradenin geri alınabileceği dikkate alınmalıdır. Örneğin, kabul iradesini bir mektup olarak kağıda döken muhatap, bunu postaya verinceye kadar “kendini bir sözleşme ile bağlı” hissetmeyecek ve dilediği zaman bu mektubu yırtıp atabileceği ve böylece sözleşme ilişkisine girmeyeceğini konusunda kendini güvende hissedecektir. Oysa aynı güvencenin mektup, postaya verildikten sonra olmadığı tartışmadan varestedir.

Doktrinde çeşitli yazarlar kabul haberi icapçıya ulaşıncaya kadar muhatabın kabulden rücu edebileceğini ileri sürerek gönderme teorisini eleştirmektedirler.Gerçekten de bazı durumlarda bu mümkündür. Örneğin, kabul haberini mektupla gönderen bir muhatap bilahare mektubun varma süresi içinde sözleşmeyi kurma iradesinden vazgeçerek bu durumu mektup varmadan örneğin telefonla bildirmiş olabilir. Ancak teorik olarak bu mümkünse de, hukuken muhataba böyle bir güvence sağlamak gerekli midir, kanaatimce bu tartışılmalıdır: Aynı sözleşme gaipler arasında değil de, hazırlar arasında akdedildiği zaman muhatabın kabul cevabı vermesi durumunda bilahare bundan cayması mümkün bulunmamaktadır. Üstelik bu örnekte hukuk sistemi kabul cevabının da DERHAL irsalini şart koşmakta ve muhataba düşünmek için yeterli bir zaman tanımamasına rağmen, verdiği kararla onu bağlı tutmaktadır. Bu sözleşmeyi gaipler arasında akdettiğimiz zaman muhatabın düşünme süresinin, hazırlar arasındaki durumla kıyaslanınca tarifsiz şekilde fazla olduğu da tartışmadan varestedir. Bu düşünme süresi sonunda kabul iradesini oluşturan ve icapçıya gönderen muhataba niçin bu iradeden vazgeçmek için ayrıca bir süre tanınması gerektiğini açıklamak pek güçtür. Bu nedenle kanaatimce muhatabın kabul beyanından rücu imkanının olması gönderme teorisi için bir eleştiri niteliğinde değildir.

Gönderme teorisi için getirilen bir başka tenkit, kabul haberinin yolda kayıp olmasının “çok tehlikeli ve sakıncalı neticeler doğurması, zira kabul haberinin gönderilmesi ile akit inikat edeceğinden, kabulden habersiz olan mucip’in inikad etmiş akitle bağlı olacağı”dır. Bu görüş öğrenme teorisinin savunması için iyi bir gerekçe ise de, açıklama ve özellikle de hakim görüş olan “varma” görüşünün savunması için yeterli kuvvette bulunmamaktadır. Zira söz konusu örneklerde muhatap kabul beyanını öğrenemeden kabul haberinin kaybolması söz konusu olabilecektir ve örneğin mektupla gönderilen bir kabul haberinin yolda kaybolması ile icapçının posta kutusu içinden çalınması arasında, icapçının kabul haberini öğrenmesi noktasında hiçbir fark yoktur.

Bu noktada belirtilen hususlardan biri de varma teorisi çerçevesinde kabul haberinin kaybolma rizikosunun taraflar arasında adil olarak paylaştırıldığı görüşüdür. Buna göre örneğin mektup postada kaybolursa sonuçlarına gönderen katlanırken, muhatabın posta kutusundan çalınırsa sonucuna muhatabın katlanmasının söz konusudur. Ancak kanaatimce her iki durumda da (ve hemen hemen diğer tüm olası durumlarda da) gerek muhataba, gerekse göndericiye atfedilecek bir kusur söz konusu değildir. Dolayısıyla ortada bir kusur yokken bir kişiye bir sorumluluk yüklenmesi de gerekli bulunmadığından, söz konusu teoriler arasında bir seçim yaparken bu kriteri göz önüne almak gerekli olmamalıdır.

Bu açıdan kişisel kanaatime göre geleneksel sözleşmelerde kuruluş anı konusunda hakim olan dört teori açısından öne çıkanlar, kabul haberinin gönderilmesini arayan görüş ile, kabul haberinin icapçı tarafından öğrenilmesini şart koşan görüştür. Bu görüşler özellikle varma teorisine göre belirgin avantajlara sahiptir. Bunlardan biri sözleşmenin kuruluşu için “icapçı merkezli” bir yaklaşım izlerken, diğeri “muhataba ağırlık veren” bir yapı sergilemektedir. Bununla beraber Borçlar Kanunumuzun 3. maddesi son fıkrasındaki “kabul haberi kendine yetişmezse” ve 5. maddesindeki “irsal olunmuş bir cevabın vusulüne intizar edebileceği dakikaya kadar” ifadeleri için doktrindeki hakim görüşün önemli dayanaklarını oluşturmakta ve BK. sistematiğinde sözleşme kuruluş anı olarak varma teorisinin kabul edildiğinin önemli sinyallerini vermektedir.

Elektronik sözleşmeler açısından ise en ideal sonuçların “gönderme teorisi” ile alınabileceği inancındayım. Aşağıda arz olunduğu üzere “öğrenme teorisi” elektronik sözleşmelerin doğasına aykırı bir nitelik taşıdığından ve istenmeyen bazı sonuçlara yol açabilecek mahiyette olduğundan, elektronik sözleşmeler söz konusu olduğunda bu teorilerin daha dikkatli değerlendirilmesinin önemi anlaşılmaktadır.



(Elektronik Sözleşmeler (Kuruluş ve Geçerlik Şartları), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2002, İstanbul, Sayfa 130-133, Bilimsel atıflar adı geçen esere yapılmalıdır.)