Mesajı Okuyun
Old 10-04-2008, 11:26   #1
av.semire nergiz

 
Varsayılan Ana Katİlİ Kizlar

Ana katili kızlar

06/04/2008 (979 defa okundu)

YILDIRIM TÜRKER (Arşivi)

Matricide. Tarih boyunca ürkütücü bir tıslama gibi kayda düşmüş, üstüne fazla gidilmemiş bir suç. Ananın evlâdı tarafından katledilmesi.
Neron'un anasını katlettiğini yazıyor tarihçiler. Birkaç antik Yunan tiranın da anasını ölüme yolladığı kaydedilmiş. Kleopatra'lardan biri de anasını öldürten nadir kayda düşmüş kız evlâttan biri imiş.

Babanın evlâdı tarafından katledilmesi üstüne şimşekler çaktıran Freud, ana katli hakkında çok şey üretmemiş. Dolayısıyla sanki babayı katletmenin taşıdığı anlam yükü üstüne daha hazırlıklıyız. Babalar birçok nedenle katledilebilir. Hatta simgesel olarak katledilmesi şarttır. Ama analar?
Artık bize alabildiğince yakınlaşmış, ilk adıyla anar olduğumuz Başak'la tanışmak herkesi epeyi sarstı. Profesör annesini öldüren üniversiteli kız fotografı, bir ilkti. Ölen ana da öldüren kız da şiddetin, üçüncü sayfa hikâyelerinin, kesici aletlerin çok uzağında bir kültürden, bambaşka bir aile kumaşından dokunmuş gibiydi.
Başak'ın endamı, duruşu çok etkileyiciydi. Adeta bir filmden alınmış bir kare gibi, iki yanından koluna girmiş polislerin arasında, alnı dik duruşu. Sanki bir Chabrol filminden çıkmış gibi sapkın bir şıklık var halinde. Özellikle de bakışlarında. Nitekim Chabrol'ün Violette Noziere/Zehirli Çiçek filminde, anasını ve üvey babasını zehirleyen Isabelle Huppert'in yüzündeki 'la belle indifference-güzel kayıtsızlık' okunuyor Başak'ın ifadesinde. Bize bakmıyor. Hiçbir şeye bakıyor gibi değil.
Ağlayıp dövündüğünü, saçını başını yolduğunu ya da kendini koyuverip baygın yere serildiğini görseydik keşke. Çünkü onunla tanıştığımızı sandığımız andan itibaren hep birlikte Başak'ın hikâyesini kaleme almaya başladık.
Basın, onu bir an evvel anlamak ve bize anlatmak zorundaydı. Ama karşımızdaki facia, bizim anlam dünyamızda kolay karşılık bulabilecek gibi görünmüyordu.
Onu yargılamak zorundaydık. Basın da işimizi kolaylaştırmak için bir an evvel onun eyleminin ardında yatan saiklerin dökümünü çıkarmaya sıvandı.
Öncelikle devreye giren, ana babasının ayrılığını bir türlü hazmedememiş, zavallı mutsuz kız çocuğuydu. Onu delirten, parçalanmış aile gerçeğiydi. Bir arada durması, her halükârda bir zulüm çekirdeği olarak işlevini sürdürmesi gereken ailenin parçalanması, çocukları onmaz yaralarla sakat ediyor ideolojisi sessiz bir kabul gördü. Aile kurumunun içindekilerle dışında kalanlara benzersiz bir gözdağı verilmiş oluyordu böylelikle. Gençliğin o çoktan unutulmuş uğultulu ve loş varoluş hali de hoyratça bir iskeleye palamarlanıveriyordu. Bir arada durmayı beceremeyerek çocuklarına kıyan aileler bir anda sorumlu ilan edilmişti. Ne de olsa basınımız, Milliyet ombudsmanı saygın gazetecinin de belirttiği gibi "aile değerlerine önem veren" bir kurumdu. Çocuklarıyla birlikte yaşayan yalnız analar kendilerini alacakaranlık kuşağında hissetsin. Ne kadar mevki sahibi olsalar da çocuklarıyla başedebilmeleri imkânsız. Çekirdek aile dışında bir hayat, bir saçakaltı mümkün değil.

Ama o kadarla bitmiyordu. Başak, gözaltına alındıktan sonra makyaj yapmıştı. Perişan görünmemesi, güzelliğine rağmen raflarımızda hazır beklettiğimiz cadı anne-kül kedisi ya da babasından koparılmış mutsuz prenses kalıbına oturmayı reddediyor. Kaldı ki annenin çevresindeki herkes tarafından sevilen ve sayılan bir bilim insanı olduğu, şefkatinin sınırsızlığı da dolaşıma sokulmuştu. Dolayısıyla ölen annesinin arkasına sığınıp Başak'ın kimliğini oradan okumak şart olmuştu. Evet, o, bir sürtüktü. Soğukkanlı bir ana katili, anasının öldürülmeden önce 'bu kız beni bir gün öldürecek' diye yakındığı bir sürtük.
Doğal olarak 'satanist' damgası da imdadımıza yetişti. Bu konuda herhangi bir ipucuna sahip olmamız gerekmiyordu elbet. Başak, korkunç eylemiyle ortaya çıktığı andan itibaren söylenceler dünyasının bir sakini oluvermişti zaten.
Öte yandan aynı hafta içinde Konya'da yine okumuş bir kız da Başak gibi anasının boğazını kesiyor; bununla da kalmıyor, kutuya sığsın diye kafasını, kollarını ve parmaklarını da kesiyordu. Fakat o, hiçbir zaman bizim için Benal olmayacaktı. O, Benal Sönmez'di. Çünkü cinayetinin hunharlığı karşısında donup kaldığımız Sönmez, pişman olmadığını haykırıyordu.

Bu iki kızın basında kapladıkları hacmi karşılaştırdığımızda 'takibi şart haber' olanla olmayan arasındaki farkın yanı sıra dünyayı tartma yordamımızdaki bütün çarpıklıkları da görebilmek mümkün. Benal'in anasının siyah başörtülü bir resmiyle, babasının güneş yaşlısı köylü suretinden başka bir şey yok elimizde. Bir de Benal'in bir kadın polis eşliğinde götürülürken çekilmiş, gözlerini göremediğimiz bir fotografı. Tam da bu yüzden, bu cinayet fazla ilgimizi çekmiyor. Zaten farklı adetleri olan farklı bir dünyanın sakinleri arasındaki baltalı şiddet üstüne fazla düşünmeye değmez. Üçüncü sayfalarda beşi bir yerde olarak bakıp geçmek yeterli. Bunun yanı sıra Başak'ın daha fotojenik olduğu da hesaba katılırsa bu filmin esas kızının kayıtsız şartsız o olacağı kesindi.
Benal için 'şizofreni' tanısı elbette yeter de artar bile.

Başak tefrikasının sonlarına doğru ortaya çıkan falcı kadın, onun kehanetinin (Başak'ın fincanında onu parmaklıklar ardında görmüş) doğru çıkmış olması ve benzeri unsurlarla da hikâyenin mistik-mitik boyutu oturtulmuş oluyor.
Artık onu iyice tanıdığımıza karar verdik. O, çoktan Başak oldu.
Benal Sönmez de ikinci kız. Aksesuvar.
Onların hikâyelerinin, gazetelerden takip ederek asla ulaşamayacağımız, her biri biricik hikâyeler olduğunu asla aklımıza getirmeyeceğiz.

Şaşırtıcı buluyoruz; ne oldu da birden kızlar analarını kesmeye başladı?
Aile kurumunun nasıl bir cehenneme dönüşebildiği üstüne düşünmeyelim, yeter.
Erkekler dünyasına hapsedilmiş ana-kız ilişkisinin benzersiz dinamiği üstüne hiçbir his geliştirmeyelim.

Her ailenin içinde usul usul demlenen bir şiddetin var olduğunu, her ailenin içinde usul usul farklı bir boyuta geçen birilerinin var olabileceğini de aklımıza getirmeyelim.

Yegâne meşru özgürlük alanı örtünmek-örtünmemek olarak erkekler tarafından belirlenmiş bu toprak kadınlarının birer özne olabilmek için katlandıklarını, biriktirdiklerini, kendi cinsinden çocuk doğuran anaların hüznünü, şeref-şahadet-rütbe-iktidar dünyasının periferisinde çoğunluk kendi hayatlarına ve hayatlarını paylaştıklarına yönelik karanlık bir şiddet besleyebildiklerini bilmiyor muyduk yoksa?

Oysa varlıklarında kendi mümkünlerinin sınırlarını gördükleri analarını; dünyaya karşı bir dayanışmaya giremedikleri, gardiyan olarak algıladıkları o kadınları katleden kızlar bize bir şey anlatıyor. Kalemi bırakıp biraz susar ve düşünürsek belki işitebiliriz.