Mesajı Okuyun
Old 14-01-2010, 10:47   #5
avzafer42

 
Varsayılan

Sayın Elkan; konuyu sizin göndermiş olduğunuz Yargıtay kararları çerçevesinde bir kısım meslektaşlarla tartıştım, ancak sizin gönderdiğiniz kararların işverenin sorumluğu ile ilgili olduğu, dolayısıyla bahse konu olayda davalı tarafın zaten sorumluluğu inkar etmediği, ancak sorumluluk zamanaşımı süresinin arada akdi bir ilişki olmadığından dolayı 10 yıl değil 1 yıl olduğu yönündeki görüşü halen çürütebilmiş değilim. Bu anlamda konumuzla ilgili şöyle bir Hukuk Genel Kurulu kararına rastladım. Sizce olayımızda uygulanma olanağı var mıdır? Saygılar suruyorum...

Davacıya satılan tüpün patlaması sonucu uğranılan maddî ve manevî zararın giderilmesi istenmiştir. Yanlar arasında satım ilişkisi bulunduğu için BK'nun 125. maddesi gereğince 10 yıllık zaman aşımının uygulanması gerekir

Yargıtay Onüçüncü Hukuk Dairesinin 28.2.1991 gün ve 7974-2203 sayılı ilamıyla; (...Taraflar arasında tüp alım satımı konusunda bir hukukî ilişkinin bulunduğu uyuşmazlık konusu değildir. Tüp bayii olan davalı tarafından davacıya satılan tüpün patlaması sonucu uğranılan maddî ve manevî zararın giderilmesi istenmiştir. Yanlar arasında satım ilişkisi bulunduğu için BK'nun 125. maddesi gereğince 10 yıllık zaman aşımının uygulanması gerekir. Davanın açıldığı tarihe göre bu süre geçmemiştir. Olayda haksız fiil zaman aşımı hükümleri uygulanamaz. Bu nedenle mahkemenin ek davayı zaman aşımı yönünden reddetmesi usul ve yasaya aykırıdır...) gerekçesiyle bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz eden: Davacı vekili.

Dava konusu olayda, ... tüpü satıcısı olan davalının, sattığı tüpün arızalı olması ve gaz ka­çırması nedeniyle patlaması sonucu yararlanan davacının açtığı ek maddî ve manevî tazminat davasının, olayın meydana geldiği 16.4.1981 tarihinden itibaren 5 yıllık ceza zaman aşımı süresi geçtikten sonra, 1.12.1987 tarihinde açıldığından dolayı zaman aşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, davacının temyizi üzerine Özel Dairece, taraflar arasında satım ilişkisi bulunduğu için BK'nun 125. maddesi gereğince 10 yıllık zaman aşımının uygulanması gerektiğinden dolayı mahkemenin kararı bozulmuş, mahkemece, taraflar arasında hiçbir akdî ilişki bulunmadığından bahisle önceki kararda direnilmiştir.

Yerel mahkeme ile ilgili Yargıtay Dairesi arasındaki uyuşmazlık, maddî olayın hukukî nitelen­dirmesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten de yerel mahkeme, taraflar arasındaki ilişkinin haksız fiil mahiyetinde olduğunu belirttikten sonra, olayda haksız fiile ilişkin zaman aşımı süresinin uygu­lanması gerektiğine karar vermiştir. Kararına gerekçe olarak da, davanın tarafları arasında herhangi bir akdî ilişkinin (satım akdinin) mevcut olmadığını göstermiştir. İlgili Yargıtay Yüksek Dairesi ise, bir gerekçe göstermemekle beraber, taraflar arasında satım akdi olduğunu ifade'ederek davada, akde ilişkin on yıllık zaman aşımı süresinin uygulanması gerektiğini belirtmiştir.

Burada, öncelikle şu hususun belirtilmesi gerekir: Uyuşmazlıkta davacı durumunda olan kişi asıl hukukî ilişkide (tüpgaz alımına ilişkin satım akdinde) alıcı sıfatını taşımamakta ve somut olaydaki hukukî nitelendirme bakımından üçüncü kişi konumunda bulunmaktadır. O hâlde burada, şu sorunun cevaplandırılması gerekir: Bir hukukî ilişkide üçüncü kişi konumunda bulunan kimseler üzerinde borç ilişkisi ne şekilde etkili olabilir? Başka bir ifadeyle, borçlunun edim borcuna ya da koruma yükümlülü­ğüne aykırı davranması sonucunda zarar gören üçüncü kişiler, "haksız fiil" hükümlerine göre değil de, doğrudan doğruya "akde aykırılık" hükümlerine dayanarak tazminat talep edebilirler mi?

Bilindiği gibi, akit ilişkisinden doğan yükümler, sadece aslî ve yan edim yükümleriyle, aslî e-dime yardımcı olan ve aslî edimin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesine hizmet eden yan yükümlerden ibaret değildir. Modern hukuk literatürü, söz konusu yükümler dışında, ifa menfaatiyle ilişkisi olmayan ve fakat en az ifade menfaati kadar önemli ve onun yanında ikinci bir menfaati koruma ve tespit gereğini duymuştur. İfa menfaati yanında yer alan bu diğer menfaat "koruma men-faati"dir (Eren, F., Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C: I, Ankara-1991, s. 46; Akünal, T., Sorum­luluk Hukukunda Sözleşmenin Nispîliği Prensibinin Aşılması, YD., C: 14, Sayı: 3, Temmuz-1988, s. 225). Korunma menfaati, alacaklının mal ve şahıs varlığı değerlerinden oluşan menfaatlerin bütünü­nü ifade eder. Bu itibarla koruma yükümleri, borç ilişkisinden doğan edim yükümleri ve bağımlı yan yükümlerin yanında yer alan ve fakat onlardan bağımsız bir kavramdır. Koruma yükümleri akit kurulmadan önce ve akdin müzakereleri safhasında mevcut olduğu gibi, edimin ifası sırasında da mevcuttur. Dolayısıyla da, yükümlerin hukukî dayanağı taraf iradeleri değil, kanundur (Canaris, Anapriiche wegen "positiver Vertragverletzung" und "Schutzwirkung für Dritte" bei nichtingen Vertraegen, Juristenzeitung 1965, s. 476). İşte özelliklerinin bir kısmı burada kısaca belirtilen yükümleri, borçlu için, alacaklıya olduğu kadar, ona yakından bağlı olan ya da edime yakınlığı nedeniyle koruma alanı altında bulunan kişilere karşı da aynen geçerlidir. İşte koruma yükümleri sayesinde, borçlu ile alacaklı arasında olduğu kadar, borçlu ile birtakım üçüncü kişiler arasında da hiç bir edim yükümü ihtiva etmeyen, sadece koruma yükümlerinden oluşan bir borç ilişkisi oluşur. Bir başka ifadeyle, söz konusu borç ilişkisi üçüncü şahıslar üzerinde tesir icra eden, üçüncü şahsı koruyucu etki doğuran bir borç ilişkisidir ve bu borç ilişkisinin kaynağı MK'un 2. maddesidir.

Burada cevaplandırılması gereken diğer bir husus da, yukarıda hukukî niteliğini açıkladığımız borç ilişkisinin kapsamına hangi üçüncü kişilerin dâhil olacağı sorunudur. Yerli ve yabancı literatürde bu alanda çeşitli görüşler ileri sürülmekte beraber (bu görüşler hakkında ayrıntılı bilgi için, bakınız: Tandoğan, H., Üçüncü Şahsın Zararının Tazmini, Ankara-1963; Akyol, Ş., Tüm Üçüncü Şahıs Yararına Sözleşme, İstanbul-1976, s. 51 vd.; Kocayusufpaşaoğlu N., Borçlar Hukuku Dersleri, 1. Fasikül, 2. Bası, İstanbul-1985, s. 32 vd.), öncelikle somut olay bakımından davacının durumunu tespit etmek gerekir.

Olayda davacı, satım akdindeki alıcının yardım talebi üzerine onun evine yardıma gelmiş ve hemen gerekli önlemleri almak isterken gaz kaçağı sonucu tüp patlamış ve davacı yaralanmıştır. Burada borç ilişkisinin bünyesi gereği, edime bağlı olan bir takım tehlikelerin, en az tüpü satın alan kadar, üçüncü kişi konumunda olan davacıyı da tehdit etmesi durumu söz konusudur (Gemhuber, J., Drittvvirkungen im Schuldverhaeltnis Kraftleistungsnaehe, Festchrift für Arthur Nitisch, s. 270). Zira, Gernhuber'in de belirttiği gibi (s. 270 vd; ayrıca bkz. Tandoğan, s. 314 vd.), edime yakınlıkları nedeniyle, zararlarının sözleşmeye aykırılık hükümleri gereğince tazminine müsaade edilecek üçüncü şahısların sınırını belirleyebilmek için, bu üçüncü kişiler ile ifa sahasında olan borç ilişkisi arasındaki irtibata bakmak gerekir. Borç ilişkisinin bünyesi icabı, edime bağlı olan tehlikeler üçüncü kişiyi de en az alacaklı kadar tehdit ediyorsa, üçüncü kişiye, doğrudan doğruya borçluya karşı ileri sürülmesi mümkün olan akde aykırılık hükümlerine dayanan bir tazminat talebi tanınmalıdır (Ayrıca bkz. Canaris, s. 478). Zira davacı, olayda alıcıya yardıma gelmekle, alıcıyla satıcı arasında mevcut olan borç ilişkisinin güven ortamına dâhil olmuştur (bu güven ortamı konusunda bkz. Canaris, s. 478; ayrıca bkz. Akünal, s. 234). Bu itibarla, dava konusu uyuşmazlıkta, satıcı (tüp bayii)'nin satım akdinde üçüncü kişi konumunda bulunan davacıya karşı akitten doğan hiç bir aslî edim borcu mevcut olmamakla beraber, burada, borçlunun bizzat alacaklıya karşı göstermek zorunda olduğu koruma yükümünün, alacaklıya yakından bağlı olan ya da edime olan yakınlığı nedeniyle koruma alanı altında bulunan kişilere de teşmil edilmesi gerekir. Bir başka ifadeyle burada, Kanun (MK m. 2) gereğince borçlu ile alacaklı arasında olduğu kadar, borçlu ile üçüncü kişi durumunda olan davacı arasında da, hiçbir edim yükümlülüğü ihtiva etmeyen ve fakat koruma yükümlülüğüne dayanan üçüncü şahsı koruyucu etkili bir borç ilişkisi olmuştur. Dolayısıyla da davacının akde aykırılık hükümlerine göre tazminat talebinde bulunması yerindedir ve uyuşmazlığa on yıllık zaman aşımı süresinin uygulanması gerekir.

Olayın meydana geldiği 16.4.1981 tarihi ile, ek tazminat davasının açıldığı 1.12.1987 tarihi arasında on yıllık zaman aşımı süresi geçmediğinden, davanın esasının incelenerek sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken, ek davanın zaman aşımı nedeniyle reddine karar verilmesiusul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararının bozulması gerekmiştir (YHGK., 6.5.1992 T., E. 13-213, K. 315).