Mesajı Okuyun
Old 02-06-2006, 11:24   #87
Av.Habibe YILMAZ KAYAR

 
Varsayılan Gaye Erbatur'un Genel Kurul Konuşması

CHP Adana Milletvekili Prof. Dr. Gaye Erbatur, Töre ve Namus Cinayetleri İle Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin sebeplerinin araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonunun hazırlamış olduğu raporun görüşüldüğü TBMM Genel Kurulunda aşağıdaki konuşmayı yapmıştır.


Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; töre ve namus cinayetleri ile kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin sebeplerinin araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırması Komisyonunun raporu hakkında önerge sahibi olarak konuşma yapmak için huzurunuzda bulunmaktayım. Yüce Meclisi saygıyla selamlarım.
Töre ve namus cinayeti, bilerek ve isteyerek birini öldürmektir. Bilerek ve isteyerek en temel insan hakkı olan yaşama hakkını ihlal etmektir. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının en temel hakkı, yaşama hakkının korunmasıdır. Bu hak, devletin sorumluluğundadır. Devlet bu hakkı anayasal güvence altına almışsa, bu hakkı ihlal eden kişi suç işlemiş olmaktadır. Hukuk devletinde, yasama organı, suçunun olup olmadığına ve varsa, cezasının verilmesinde yetkilidir. Bu durumda, devletin vatandaşı olan bir kadın hakkında devlet erki dışında karar verilmesi Anayasal bir suçtur. Bu kararın töre veya namus bahanesiyle alınmış olması onu farklı kılmaz. Suç suçtur, cinayet cinayettir. Aksi düşünülemez ve tartışmaya açılamaz.
En yaygın namus anlayışı, kadınların hayatına sıkı bir kontrol getirerek ve ailedeki erkeklere onları bir mal gibi kullanma hakkını vererek, kadınların ezilmesine yol açmaktadır. Bunun sonucu olarak, kadınlar, okula gönderilmiyorlar, erken yaşta evlenmeye zorlanıyorlar; çoğu zaman, aileler arasında anlaşmazlıkların çözümü konusunda bir araç, yani, berdel olarak kullanılmakta, kocalarının ikinci eşlerini kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu algılama şeklinde namus, bir erkeğin karısı, yani, helalidir, kız kardeşidir, annesidir, ailedeki diğer kadınlar, hatta, yakın çevredeki kadınlardır. Erkek, bunların hepsine göz kulak olmak durumundadır. Erkeklerin sorumluluk alanı genişlerken, kadınlar üzerindeki baskı da artmaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; namus ve töre cinayetlerinin toplum tarafından nasıl algılandığına bakalım. Aile meclislerinin toplanması ve karar alması sonucu işlenen cinayetler töre cinayetleri, namus adına işlenen cinayet ise namus cinayeti olarak algılanmaktadır. Algılamadaki bu farklılık, iki cinayet türü arasında, insanların cezalandırma konusunda da farklılık olabileceğini düşünmelerini beraberinde getirir. Burada önemli olan nokta, bunların hepsinin namus gerekçesiyle işlendiği ve insan canını almayla sonuçlanan şiddet eylemleri olduğudur.
Namus ve töre cinayetleri arasında bazı farklılıklar olduğunun görülmesi, her bir olayı daha iyi anlayabilmek ve çözüm yollarını tartışabilmek açısından sosyolojik bir anlam taşımaktadır. Öte yandan, farklılığa yapılan vurgunun, aile meclisi kararlarının önemli olduğu, töreye dayalı namus cinayetlerinin tümüyle ayrı bir kefeye konulmasına ve dolayısıyla da, birinin diğerine göre hafifletici gerekçelerinin olduğunun düşünülmesine yol açabilir.
Sosyalizasyon süreçlerinin ilk yıllarından itibaren kendi topluluklarında geçerli olan namuslu kadın davranışı normlarını öğrenen kadınlar, bu kurallara uymadıkları veya biraz dışına çıktıkları durumlarda cezalandırılmayı hak ettiklerini düşünüyorlar. Namus adına öldürülmeseler bile, yaşadıkları köy veya kasabayı terk etmeye veya kendilerine uygun olmayan kişilerle evlenmeye zorlanabiliyorlar.
Kadınlar üzerinde ağır bir baskı kurulmasına yol açan namus anlayışı, erkeklerin de yaşamlarının odağına kadınların namus bekçileri olma görevini koyarak, bu görevi, içinde yaşadıkları topluluğun beklentilerine uygun yerine getirmedikleri ya da getiremedikleri durumlarda ağır baskı altına girmekte, hatta, mağdur konumuna düşebilmektedirler.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kadın namusunun nasıl algılandığına ve bunun toplumsal sonuçlarını görebilmemiz için Komisyonumuzda bir uzman tarafından anlatılan bir olayı sizlere aktarmak istiyorum.
Bir kent. Kentin kıyı mahallelerinde bir ev. Evde bir anne. 17 yaşında 1 erkek çocuk ve ondan küçük 3 çocuk daha yaşıyor. Çocuklardan birisi orta 1'dedir ve kızdır. Ağabey kahvede arkadaşlarıyla konuşurken diyorlar ki: "Sen ne biçim ağabeysin, zaten sizin babanız öldü ve siz bu ailenin namusunu koruyamıyorsunuz. Kız kardeşiniz okuldan dönüşte erkek arkadaşlarıyla eve geliyor." Eve geldiğinde yaptığı ilk iş şu: Daha önceki yıllarda babayı kaybettikleri için, o kişinin değerlerinde, kız kardeşinin okuldan erkek arkadaşlarıyla yürüyerek dönmesine engel olamayan anne ailenin namusuna halel getiren kişi olarak düşünüldüğü için, 17 yaşındaki bir erkek evlat, kendisini doğuran anneyi dövmeye başlıyor. Komşular araya girmeye çalışıyor; fakat, engel olamıyorlar, çareyi karakola başvurmakta buluyorlar ve polis müdahale ediyor; gelip, çocuğun elinden anneyi kurtarıyor. Ortalık ayağa kalkıyor. O arada -buraya dikkatinizi çekmek istiyorum- güvenlik görevlisi diyor ki: "O zaman bu
çocuğu bir kadın doğumcuya götürelim, kadın doğumcu bunu muayene etsin. Eğer bu bakireyse böyle bir sorun yoktur. Biz, bu çocuğun da gönlüne su serperiz, aile sorunu da ortadan kalkar." Böyle düşünüyor emniyet görevlisi. Emniyet görevlisi, anneyi, kızı, erkek çocuğu, mahalleden de birkaç kişiyi alıp, bir hastaneye gidiyorlar ve o hastanede bir kadın doğum uzmanı çocuğu muayene ediyor, bir rapor düzenliyor. Düzenlediği rapor ailenin eline geçtiği zaman, ağabey "zaten ben bunu biliyordum, seni öldüreceğim" diyor; çünkü, raporda şöyle bir şey deniliyor: "Kızlık zarında taze yırdık var." Kız başlıyor kendini yerlere atmaya "asla, ben hiç kimseyle hiçbir cinsel ilişkide bulunmadım, böyle bir şey söz konusu bile değil" diyor. Ağabey, sürekli çocuğun üzerine saldırmaya çalışıyor. O zaman emniyet görevlisinin aklına bunları savcılığa götürmek geliyor. Savcılık bir yazı yazıyor, adlî tıp tarafından muayenesini istiyor. Gelen çocuğun muayenesini yapan kıdemsiz hekim, anlatan
uzmandan danışmanlık istiyor. Uzman, yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor: Önce gelen hastanın güven duyacağı bir ortam hazırlarız.
Bu tür muayene koşullarıyla ilgili uymamız gereken birçok protokol vardır. Bu protokollere göre önce hastayla konuşulur, sonra genel bir fizik muayene yapılır, varsa bazı bulguları ya da bulgu ya da delil olabilecek bazı örnekler protokollere göre alınır. En son genel olarak dış genital organların muayenesinin yapıldığını söylüyor. Muayenenin sonunda bir de psikiyatri konsültasyonu isteriz, bu travmadan çocuk nasıl etkilendi diye. Ama, oradaki kadın doğum uzmanı bunu yapmamıştır. Emniyet görevlisinin aklına ilk önce kızın kızlık zarını muayene ettirmek geliyor. Kadın doğum uzmanının aklına ilk önce, bir tek, kızın kızlık zarına bakmak geliyor ve "taze kanama" diyor.
Adlî tıbba geliyor, kıdemsiz doktor muayene ediyor, kızın himeninde eski yada taze travmanın oluşturacağı herhangi bir değişiklik görmüyor. Onun için de bu uzmana danışıyor. Bakıldığında bir değişiklik olmadığı, aksine, girişi dar, enli bir kızlık zarı olduğu görülüyor.
O zaman, uzmanımız, o kadın doğum uzmanı arkadaşla konuşuyor. Uzman, sosyal endikasyon olarak kız yararlansın diye böyle yazdım hocam diyor. Tıbbî etik olmayan bu davranışını, o kişinin hakkını korumak amaçlı yaptığını söylüyor.
Ertesi gün uzman işe geldiğinde, genç arkadaşları "hocam otopsi var, dünkü kızı ağabeyi kesti" diyor. "Nasıl kesti" diyor. "Oradaki kadın uzmanı bildi, yırtık vardı, öbür taraftaki adlî tıp uzmanları yalan söylediler, kim bilir ne yaptılar, ben namusumu temizlerim" diyerek, ağabey, bahçede çiçeklerin bulunduğu bir betonun üzerine kızın kafasını koyuyor ve bir bıçakla boğazını kesiyor ve bütün mahalleli görüyor.
Bu olaydan bir tespit yapabiliriz. Çok acıdır ki, 13 yaşındaki bir kız çocuğunun okuldan erkek arkadaşlarıyla dönmesi namusa halel getiren bir davranış olarak algılanmakta, onun bu davranışını önleyemeyen anne sorumlu tutulmakta, kamu görevlisi konuyu bekârete indirmekte, sağlık görevlileri bu konuda bireysel önyargılarıyla davranmakta ve kız çocuğu açık alanda öldürülerek, tüm kadınlara korku salınmaktadır.
Duruma bakar mısınız!.. Peki, kimdir bunun sorumlusu?! Elbette, sorumluluk aranmaya başlanırsa çok şey söylenebilir; ama, burada sorumluluk önce devlete aittir. Devlet, bu toplumsal yarayı çözücü önlemleri almalıydı. Komisyonumuzun kuruluş amacından biri de budur. Bu cinayetlerin önüne nasıl geçilebilirliğini bulmaktır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; namus ve töre cinayetlerinin önüne geçilebilmesi için öncelikle nedenlerinin iyi anlaşılabilmesi gerekir. İnsanlar neden bu cinayetleri işliyorlar? Namusa aykırı bir davranışta bulunmuş olan kişinin ölümü hak edeceği ve öldürmek durumunda kalanların da başka seçenekleri olmadığını söyleyerek namus cinayetlerine açık destek verenler; namus cinayetine koşullu destek veren; yani, cinayet işlemeyi kimsenin istemeyeceğini, ancak, kanıtlanmış bir aldatma durumunda veya toplumdan gelen baskıya dayanamayan kişilerin cinayet işleyeceğini söyleyenler; kişilerin toplumsal baskı altında kaldıkları zaman, özellikle de yoksul, güçsüz ve eğitimsiz iseler, bu onursuzluğu taşıyamayıp kaçınılmaz olarak cinayet işleyebileceğini söyleyenler vardır. İşte, sorun, insanların bu düşüncelerini değiştirmektedir.
Kadına mal olarak değer biçen, onun üzerinde tam bir hâkimiyet kurma hakkını kendi gören, kadını kapatan, toplumsal bağını kesen ve tüm bunları yaparak şiddet uygulayan zihniyet, asıl savaş bu zihniyetin değiştirilmesine yönelik olmalıdır. Yoksa, rapora yazılmış olan çözüm önerileri uygulanamaz, uygulansa bile sonuç alınamaz.
Kadına yönelik şiddetin sonuçlanması ancak kadın-erkek eşitliğinin tam olarak sağlanmasıyla olur. Bu nedenle, kota uygulamasına, mutlaka, hemen şimdi geçilmelidir.
Kadına karşı şiddetin önlenmesi için yapılması gerekenler ortadadır. Sorun, aşağıdan yukarıya doğru çözülecek boyutu aşmıştır. Bu nedenle, yukarıdan aşağıya, yani, devlet yaptırımıyla çözmek gerekmektedir; yani, yasal değişiklik gerekmektedir. Kadın-erkek eşitliği komisyonu Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir an evvel kurulmalıdır.
Rapora koyduğum şerh de, yasal uygulamalardaki eksiklikleri içermektedir. Bu kapsamda, Türk Ceza Kanununun 82 nci maddesine, namus saikıyla işlenen cinayetlerin de namus adına işlenen cinayetler şeklinde, bu tip suçların nitelikli adam öldürme kapsamında mütalaa edilebilmesi için bir bent eklenmesi gerekmektedir. CMK'da, kadınlarla ilgili davalarda kadın örgütlerinin müdahil olmasını sağlayacak değişiklikler yapılmalıdır. Bekâret kontrollerinin engellenmesi için yeterli olmayan Türk Ceza Kanunu 287 nci maddesinde, evlilik içinde edinilen malların eşit paylaşımını engelleyerek, 17 000 000 kadını eşlerinin ekonomik şiddetine maruz bırakan Türk Medenî Kanunu yürürlük 10 uncu maddesinde ve evli kadınları kocasının soyadını mutlaka taşımak zorunda bırakan 187 nci maddesinde değişiklik yapılmalıdır. Ayrıca, Belediyeler Kanunundaki "50 000'in üzerindeki yerleşim birimlerindeki belediyeler sığınma evi açar" ibaresinin "açmalıdır" şeklinde değiştirilmesi de gerekmektedir.
Bunun yanı sıra, aile içi şiddetin önlenmesi amacıyla vermiş olduğum 4320 sayılı Ailenin Korunması Kanunundaki değişiklik teklifinin de acilen gündeme alınmasını talep ediyorum.
Aile içi şiddetin bir boyutu da çocuklara uygulanan şiddettir. Özellikle, ensest, çok büyük bir sorun halini almıştır. Enseste ve şiddete uğrayan mağdurlar, toplumsal baskı nedeniyle, seslerini çıkaramamaktadırlar; seslerini çıkarmak isteseler bile, nereye başvuracaklarını bilememektedirler. Ensestin saklanması ve yok sayılması, daha derin ve geri dönülemez sorunlara yol açmaktadır; çünkü, ensest, dışarıdan birinin uyguladığı şiddet değildir, çocuğun bildiği, tanıdığı biridir. Olağan dışı bir durummuş gibi algılanan ensest, aslında hayatın içinde; fakat, saklanmaktadır. Tüm topluma bunun gerçek olduğunu, yaşanılan çok ciddî bir sorun olduğunu öğretmek gerekmektedir ve tüm topluma ensesti uygulayanın suçlu olduğunu, çocuğun mağdur olduğunu benimsetmek hepimizin görevi olmalıdır. Ensest, töre ve namus cinayetlerinin başlangıcıdır. Çocuğu ensest ilişkide kullanıyorlar, daha sonra çocuk hamile kalınca öldürüyorlar veya intihar etmeye zorluyorlar.
Bu noktada, bugün, Avrupa Birliği Uyum Komisyonunda konuşulan bir konuyu da gündeme getirmek istiyorum. Bugün, Avrupa Birliği Uyum Komisyonunda, Vatandaşlık Kanunu görüşüldü. Burada, 7 yaşından küçük çocukların, evlat edinilse de, vatandaşlık hakkını alamayacağı söylendi. Bunun gerekçesi de taciz olarak söylendi. Bu nasıl bir mantıktır arkadaşlar?! Böyle bir şey yapılabilir mi?! Böyle bir şey düşünülebilir mi?! Biz, burada, bu Mecliste, Çocuk Hakları Sözleşmesini geçirdik. Çocuk, 18 yaşına kadar çocuktur. Ayrıca, biz, bu Meclisten, bu dönemde, 5049 sayılı Çocuk Korunması ve Uluslararası Evlat Edinme Sözleşmesini geçirdik. Buna göre, bizim, bütün çocukların, evlat edinilmesi sırasındaki bütün çocukların vatandaşlık hakkını vermemiz gerekir. Ayrıca, nasıl bir mantıktır bu "tacize uğrayabilir" demek?! Uğramamasını sağlamak bu devletin görevidir; bunu yapmak hepimizin görevidir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yukarıda bahsettiğim tüm sorunların ortadan kalkması için acilen eyleme geçilmesi gerekmektedir. Raporda getirilmiş olan çözüm önerileri içinden öncelikli olanları hemen yapılmalıdır. Bunların içinde en önemlilerinden bir tanesi, kadınların nüfus cüzdanlarının olması için çalışma başlatılmasıdır.
2006 yılında bu Meclisin çatısı altında bunları dile getirmek zorunda kaldığım için çok üzgünüm; ama, namus cinayetine kurban giden Şemse Allak örneğinde olduğu gibi, bugün, ülkemizde, binlerce kadın, hâlâ, nüfus cüzdansız, kimliksiz yaşamaktadır.
Yani, vatandaş sayılmamakta, hiçbir vatandaşlık hakkını kullanamamaktadır; çünkü, resmî kimliği olmayan bir kadına toplumsal kimlik kazandırmak imkânsızdır; devlet katında, yaşamamaktadır, yoktur.
Onyıllardır, kadınların bütün çığlıklarına rağmen, ailede şiddet hâlâ kayıtsızlıkla karşılanmakta, ya "aile içi bir sorun" denilerek üstü örtülmeye çalışılmakta ya da göstermelik sözler, etkisiz önlemlerle yasak savılmaktadır ve siyasî partiler ve bu Meclis, kadına yönelik şiddete, aile içi şiddete kayıtsız kaldıkça, bu şiddet daha da artacaktır.
O nedenle, Meclisimizi bu konuda göreve çağırıyorum. Artık, boş sözlerle kaybedilecek zaman yoktur; tüm kurumlarıyla devletin, bütün organlarıyla Meclisin, tüm siyasal partilerin, başta bireysel silahlanmanın engellenmesi ve kadına yönelik şiddetin hiçbir yerde, hiçbir durumda hoşgörülemez bir insanlık suçu olarak görülmesi için ortak bir seferberlik başlatılmasının zamanı gelmiş ve geçmiştir.
Sürem kısıtlı olduğu için, burada, alınması gereken diğer acil önlemlere değinemiyorum; ama, Meclisimizin, yılın hiç olmazsa bir gününü bu konuya ayırmasını teklif ediyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisinde, her yıl, en azından bir gün, 25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddete Son Günleri yapılacak özel oturumlarla sorunu ve çözüm yollarını enine boyuna tartışmalıdır.
Tüm milletvekillerimizin bu öneriyi destekleyeceğine inanmak istiyor; hepinize saygılar sunuyorum.
Teşekkür ederim Sayın Başkan.