Mesajı Okuyun
Old 04-08-2008, 20:01   #8
BaharB

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av. Salim
Sayın BaharB,
Taraf muvazaasında yemin teklif edilemeyeceği konusunda bahsettiğiniz dairenin herhangi bir kararını sunabilir misiniz? Bu çok ilginç ve önemli, çünkü yemin delili (taraf yemini) tüm davalarda kesin delil niteliğinde ve davayı temelden çözen bir etkiye sahipken bu davalarda bunun kabul edilmiyor olması şaşırtıcı ve garip. Emin misiniz?
Sayın Av.Salim;
Aşağıya bulabildiğim ilk kararı ekledim.
Alıntı:

T.C.
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

E:2005/12363
K:2005/12658
T:29.11.2005

4721 s. Yasa m. 873
818 s. Yasa m. 18,20,81
1086 s. Yasa m. 292

Taraflar arasında görülen davada;
Davacılar, davalıdan aldıkları borç para karşılığında 25 ada 19 parsel sayılı taşınmazdaki paylarını teminat olarak davalıya devrettiklerini, davalının alınan parayı Alman markına çevirerek 6050 DM. borçları olduğunu bildiren bir hesap kağıdını yolladığını, daha sonra da tapuyu devretmek için 15.000.YTL. para istediğini ileri sürüp tapu kaydının iptali ile adlarına tescilini istemişlerdir.
Davalı, davacıların taşınmazdaki paylarını farklı zamanlarda satın aldığını, davacıların iddialarını yazılı belge ile kanıtlamaları gerektiğini, zamanaşımı bulunduğunu bildirip davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, tapudaki devir işleminin inanç sözleşmesine dayandığı, davalı tarafından ikrar edilen imzasız yazılı belgenin yazılı delil başlangıcı kabul edilmesi gerektiği, tanıkların da bu belgeyi doğruladıklarının anlaşıldığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davalı vekili tarafından süresinde duruşmalı temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 29/11/2005 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden vekili avukat Y. N. T. ile temyiz edilen Z. D. geldiler. Davetiye tebliğine rağmen diğer temyiz edilen vs. vekili avukatlar gelmediler, yokluklarında duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin ve asilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı, bilahare Tetkik Hakimi S. A. tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Dava, inançlı işleme dayalı tapu iptal ve tescili, isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; çekişme konusu 25 ada 19 parsel sayılı taşınmazın 22.12.1999 tarihli akitle 5/8 payının, 8.12.2000 tarihli akitle 3/8 payın davalıya temlik edildiği anlaşılmaktadır.
Davacılar, anılan temlikin teminat amaçlı olduğunu, inanca dayalı bulunduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade ) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya ) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu ) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. ( Borçlar Kanunu mad.81 ) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi " ifa uğruna edim" olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngorülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindigi uzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı inancları Birleştirme kararı ile iliskilendirilıp, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötüniyetli ve haksız gizlemeler" dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı, zira Borçlar Kanununun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü Şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen içtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde banndıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle baglı olmayan yazılı delildir. inanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sozleşme konusu işlem tarihinde duzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul,hem ictihadı Birlestirme kararının kapsamının genışletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince; hesap pusulası adı altında dosyaya sunulan ve birtakım ödemeleri gösteren listenin yukarıda açıklanan 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İnançları Birleştirme Kararında sözüedilen yazılı delil niteliğinde olmadığı açıktır. Öte yandan söz konusu belgenin HUMK'nun 292.maddesinde belirtildiği anlamda, iddia edilen ilişkiyi ortaya koyan yazılı delil başlangıcı olarak nitelendirilmesine de olanak yoktur.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirmelerle yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
SONUÇ : Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün HUMK'nun 428. maddesi gereğince bozmada oybirliği, gerekçede oyçokluğu ile BOZULMASINA, 4.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren avukatlık ücret tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 400,00 YIL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, peşin alınan harcın temyiz edene iade edilmesine, 29.11.2005 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY :
Sayın çoğunluğun inançlı işlemin mahiyeti ve kapsamı ile sözü edilen hesap pusulasının yazılı delil başlangıcı niteliğinde bulunmadığı yönündeki görüşlerine aynen katılıyoruz.
Gerçekten, hukuki mahiyeti ortaya konulan "teminat maksadıyla temlik" işleminin yazılı delille ispatlanmasının gerekeceği kuşkusuzdur.Esasen, HUMK.nun 290.maddesine göre de; senede bağlı bir tasarrufun hüküm ve kuvvetini azaltmak üzere yapılmış hukuki muamelelerin, yine senetle ( veya başka bir kanuni delil ile ) ispatlanması zorunludur. Sözleşmenin taraflarından biri ( olayda davacı ), iddiasını yazılı belgeyle ispatlamak zorunda ise, elbette şahit dinletemez.Ancak, dava dilekçesinden açıkça veya "v.s; yada sair deliller" denilmek suretiyle yemin delilinede dayanıldığı anlaşıldığı takdirde, bu. delilin ( yeminin ) kullandırılması engellenemez. 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının nam-ı müstear ( iğreti ad ) davalarının yazılı delille ispat edilebileceğini öngörmesi; inançlı sözleşmelere dayalı davalarda yemin delilinin kullandırılamıyacağı anlamına gelmez. Yasal delil ve ispat aracı olarak taraf yemini, yargılamanın her aşamasında kullanılabilen bir nitelik taşır.
Somut olayda, davacı,dava dilekçesinin deliller bölümünde açıkça "yemin" demek suretiyle yemin deliline de dayandığını, belirtmiştir.Hal böyle olunca, mahkemece davacıya,karşı tarafa yemin teklif etme olanağının tanınması;bu olanağın kullanılması durumunda,yöntemine uygun biçimde yerine getirilmesi,hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, aksine düşüncelerle yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir. Hükmün belirtilen nedenden ötürü HUMK'nun 428. maddesi gereğince BOZULMASI gerektiği düşüncesiyle sayın çoğunluğun bozma yönündeki kararına katılmakla birlikte bozma kararında gösterilen davanın reddi gerektiğine ilişkin görüşüne katılamıyoruz.