Mesajı Okuyun
Old 15-12-2006, 22:36   #23
Ayşegül Kanat

 
Varsayılan

Biraz uzun bir yazı, sabırla okumanızı diliyorum. Burada tartıştığımız konuda ortaya çıkan bir çok soruyu yanıtlıyor. Saygılar


Pınar Selek (29.10.2006) www.acikgazete.com


Hep yaşıyoruz. Nefes almadan yaşıyoruz. Şiddet soluyor, şiddet içiyoruz. Şiddet herkese bulaşıyor, herkes suç ortaklığında birleşiyor. Daha güçlü ya da daha güçsüz…

Kadınlar ve erkekler, şiddetin üretiminde, çeşitli roller üstleniyorlar. Bu roller, her dönem farklılaşıyor ama kadın ve erkek, hep birbirini tamamlıyor. Biri hamuru açıyor, öbürü fırına veriyor ve şiddet pişiyor…

Bilindiği gibi, cinsiyetçilik, sadece kadınlarla erkeklerin, kendi aralarında yaşadıkları bir problem değildir. Suni bir biçimde yoğrulmuş olan kadınlık-erkeklik durumları, insanlık tarihinin ilk evrelerinden beri, toplumsal şiddetin beslendiği kökler olmuştur. Özellikle de savaşların. Erkeklik şiddetle güçlenmiş, savaşa kendi rengini vermiştir. Ya kadınlar?
Antik Roma döneminde, askerlerin yanında savaşa giden kadınların arkeolojik kazılarda bulunan sandaletlerini hatırlayalım. Bin yıllar sonra, Japon ordusuyla birlikte yol alan “teselli kadınlarını” aklımızdan geçirelim. Kadın gazileri, Bosna’daki ve dünyanın her yerindeki cinsel taciz ve tecavüz mağduru kadınları, askeri genelevleri düşünelim. Hepsini unutalım, sadece erkekleri düşünelim. Onların dilini, savaşırken yaptıkları benzetmeleri, savaş yöntemlerini…

Savaşlar, toplumsal ilişkilerde kökleşmiş kadınlık ve erkeklik durumlarına dayanır. Savaşan hep erkek olmasına rağmen, kadınlık, tüm savaşlarda en az erkekler kadar rol oynamıştır. Tabii bu, kadınların, savaşın öznesi olabildikleri anlamına gelmez. Kadınlar, ailede de, işte de, savaşta da nesnedir. Ama gayet işlevli bir nesne. Savaş, bu nesneyi yutarak büyür…

HEP NESNE OLMAK…

Kadınlar, binyıllardır, kendi hayatlarının öznesi olma koşullarını yitirmişlerdir. Nasıl giyinecekleri, nasıl gülecekleri, hangi kelimelerle konuşacakları, hangi rolleri oynayacakları, erkek egemen dünya tarafından belirlenir… Kadının en temel sorunu, varlık olarak anlamını yitirmesi ve araçsallaşmasıdır. Şiddete uğraması da, yaşadığı eşitsizlikler de hep bu nesneleşme durumuyla bağlantılıdır.

Erkek semboldür. Cesaretin, atılganlığın, savaşın, paranın, devletin, gücün, iktidarın, aklın sembolü… Kadın da semboldür. Korkunun, duygunun, doğanın, cinselliğin, edilgenliğin, güzelliğin, korunması gereken her şeyin…

Nesne olan, hem korunur, hem saklanır, hem de vitrinde sergilenir. Kadın, erkeklik tezgâhında sergilenir. Başörtüsüyle ya da boyalı saçlarıyla… Din adına ya da özgürlük adına yürütülen savaşların sembolü olur.

KADINI KORUMAK MI?

Erkek, binlerce yıldır, sözde kadınları “koruduğundan” olacak, koruma adı altında yürütülen egemenlik savaşları “erkeklik” değerleri üzerinden yürütülür. Korunması gereken vatan, anayla, yarla, eşle özdeşleştirilir.

Ev, kadınla bütünleşen bir alan olarak algılanır. Ev, erkeğindir. Genel olanı tüm erkeklere hizmet ederken, özel olanı tek bir kadının çeşitli erkeklere çok yönlü hizmet ettiği bir mekandır. Cinsellik, temizlik, beslenme ve bütün geri hizmetleri, bu alanda kadın üstlenir. Binyıllardır, cinselliğin amacı, erkeğin tatminidir. Kadın bu ilişkide, “kullanılır” Cinsellik, kadının yıpranması pahasına, erkeğin yüceldiği, güçlendiği bir ilişkiye dönüşür.
“Özel hayat” diye kapalı kapılar ardına sıkıştırılan cenderede, kadının varlığı, büyük kutsallıklar adına teslim alınır. Bir yandan aile kurumu kutsallaşırken, bu uğurda namus adına cinayetler işlenip bunlar üzerinden vatan-millet-din gibi çeşitli kutsallıklar şekillenirken, bu kutsallık abidesinin bir parçası, hatta koruyucusu olan erkekler, bir yandan da, fuhuş kurumunun da iştirakçisi olurlar. Aynı erkekler büyük kutsallıkla büyük laneti birlikte yaşarken, bu iki kurumu da kadınla özdeşleştirip kendilerini bunların dışında tanımlarlar. İşgal edilmiş toprak, fahişe ile eşdeğer tutulurken, kurtarılması gereken vatan, aileyle özdeşleşir. İkisi de kadınlık konumlarına dayanır. Erkek, bu konumun dışındadır. Oysa işgal eden ya da kadını fahişeleştiren de, kadını ya da vatanı koruması gereken de erkektir.

Savaşlar ve namus cinayetleri binlerce yıldır erkeklerin fiilidir. Ama kadın olmasa, bu fiillerin anlamı var mıdır? Kadın olacak ki erkek tecavüz edecek, işgal edecek, kurtaracak, bağrına basacak, sevecek ve öldürecek…

SAVAŞIN CİNSEL ATEŞİ…

Erkeklerin yürüttüğü savaş, gücünü cinsellikten alır. Savaşta sıkça kullanılan söylemlere bir göz attığımızda, cinsel ateşin savaş bombardımanında nasıl yandığını rahatlıkla görürüz.
Savaş bir iktidar mücadelesidir. Bu mücadele, toplumda en yaygın iktidar alanı olan erkeklik sembolleriyle yürütülür. Hücum eden ordu, ereksiyon halindeki erkeklik organıdır ve savaşçı erkekler, bu organın “sağlam” taşıyıcısıdırlar. Bu “erkekliği” taşıyamayan, hemen “kadın” ilan edilir ve aşağılanır.

(SİTE KURALLARINA UYMASI İÇİN İKİ PARAGRAFI SİLMEK ZORUNDA KALDIM. ÖZÜR DİLERİM.)

TECAVÜZLE KAZANMAK…

Bilindiği gibi, erkekler, her an tahrik olmaya hazırdır. Dinler, erkeklere “tahrik olmayın” diye buyurmaz, kadınlara kapanmalarını emreder. Sosyal yaşamda, kadınların, kendini yeterince saklamamaları nedeniyle sürekli tahrik olan bu erkekler, düşmanın her hareketinden tahrik olmaya hazırdırlar. Tahrikin ardından haklı saldırı gelir. Yani öldürürler, kıyarlar, işgal ve tecavüz ederler…

En büyük saldırı tecavüzdür. Yani penisin zaferi… Erkek, istedi mi taciz ederek, tecavüz ederek alır. Neyi alır? Kişiliğini, kimliğini, aidiyetini, ruhunu, varlığını alır.

Erkeklerin kadınlar üzerinden kabul ettirip kutsallaştırdıkları bu iktidar, tüm iktidar mücadelelerinin aracı haline gelir. Bu nedenle, savaşla dolu olan haberlerde, taciz ateşi, taciz uçuşları gibi tanımları duyarız. Gündelik hayatımızda, çok aşina olduğumuz bu sözcükler, askeri alanda da çok sık kullanılır. Savaşlar, bir taciz ve tecavüz yarışıdır. Kim kazanırsa, o erkektir..

Kaybeden ise kadındır. Kirletilmiş, ellenmiş kadın. “Asılacak” kadın..

SAVAŞIN ANNELERİ…

Savaşlar, ailede üretilen söylem ve değerlerle de güçlenirler. Bir yandan devlet baba, savaşı yönetir. Bir yandan aileyle bütünleşen annelik savaşın koruyucusu ya da bakıcısı olur.
Annelik yüce bir konumdur. Annelik fedakârlıktır. Evin, ailenin ve çocukların bakımı için anne, sonsuz fedakârlık göstermelidir.

Savaş gücü, toplum için böyle değerli, böyle kutsallaşmış, böyle sevgi kaynağı anneyi kendi sembolü haline getirir. “Milletin anaları” baş tacı edilir. Kadınlar, kabullenilmek için, anneliklerini vatanın, savaşın hizmetine sunmak durumunda bırakılırlar. Vatan, din, uygarlık gibi çeşitli kutsallıklar adına kendi evlatlarını feda ederler, oğullarını savaşa gönderdikleri günü “hayatlarının en mutlu günü” ilan ederler, birisi ölünce, “geride birisi daha var” derler ve akan gözyaşlarıyla vatanın ya da savaşın annesi olurlar.

KADINLAR KURTULDU MU?

20 yüzyıl aynı zamanda, kadınların kendi özgürlükleri için mücadele verdikleri ve kendi yaşamlarını değiştirdikleri bir yüzyıldır. Özellikle son 50 sene içinde, kadınlar, daha önce hayal bile edemedikleri kazanımlar elde ettiler.

Kadınlarda uyanan cins bilinci, bir süre sonra tüm toplumsal güçleri etkiledi ve siyasal güçler, toplum projelerinin vitrinine, kendi kadın modellerini yerleştirdiler. Kadın güçlendikçe, ondan daha güçlü olan erkek egemen sistem, kadına yeni kalıplar üretti. Daha çarpıcı, daha tatmin veren, daha eğlenceli roller…

Pekiyi bu roller kadınları kurtardı mı? Kadınlar artık daha mı özgür? Savaşa kesmiş bir dünyada, kadınlar daha mı ferah? Erkeklikle bezenmiş yeni savaş politikaları karşısında kadınlar daha mı özne?

Gerçekten de, çağımızda, her türlü siyasal çıkışın, kadınlara ilişkin bir politikası ya da en azından bir girişimi var. Ekonomik, hukuki ve siyasal sistem kurma iddiasındaki ideolojiler, mutlaka kadınlara yönelik politikalar üretiyor, kendi kadın modelini, oluşturduğu sistemin simgesi haline getiriyor. Özelikle de son yıllarda, tüm siyasal yapılar “kadın alanına” el atmakta, “kadın sorunu” herkesi ilgilendirmekte, “kadın adına” herkes konuşmakta.
Bu konuda, sayfalarca yazmak mümkün. Piyasaların kadına nasıl yatırım yaptığı nice örneklerle karşımızda. Biz savaşlara bir göz atalım. İçinde bulunduğumuz çağda, kazandıkları onca hakka rağmen, kadınlar, hala araç olarak kullanılıyor. Evet, kadınlar güçleniyor ama artık daha güçlü bir nesneler.

Kadınlar hala savaşın sembolü olmaktan kurtulamadılar. Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Bosna’da, Çeçenistan’da, Lübnan’da savaş, her iki cephede de kadın üzerinden yürütülüyor. Kimi kadınları kurtaracağını iddia ediyor, kimi kadınları koruma adına savaşıyor.

Bir de işgal güçlerinin kadınları var. Ellerinde silahlarla, özgürlük naraları atan kadınlar. Sarışın kadınlar, esmer kadınlar, makyajlı kadınlar, süslü kadınlar. Bunlar, tüm erkeklere caka satıyor, “hadi erkekliğinizi ortaya koyun…” diyor.

Karşılarında bombaları bedeninde patlatan kadınlar var. Vatanın işgal edilmesi, onların tecavüze uğraması demek olduğu için, onlar da erkeklere “namus”larını hatırlatıyorlar. Bu namus adına ölünmesi gerektiğini söylüyorlar.

Ve savaşlar dünyayı sarıyor. Yeni güçler kazanmış kadınları da kendi hizmetine alarak… Savaşçının silahı yine kadın. Ama artık daha güçlü… Daha iyi vuruyor…

Kadınlar ise, ezilmişlikten kurtulma telaşı içinde çeşitli taktiklere başvuruyorlar. Kimi zaman kendilerinden daha aşağı statüde olan kadınları aşağılıyorlar. Bilinçli ya da bilinçsiz, kendilerine verilen zehri içiyorlar.

Savaş, kadınlar arası bu rekabetten de beslenerek vitrinini beziyor…

DÜNYA KADIN KONFERANSLARI

Dünya Kadın Konferansları İşgal Konferanslarına Dönüştü

Özellikle BM gibi resmi ve yarı resmi kuruluşların sponsorluğunda, koruyuculuğunda düzenlenen toplantılar işgalleri kadın perdesi altına gizlemenin alanları haline geldi.
Kadın haklarının ve özellikle kadına yönelik şiddetin masaya yatırıldığı
toplantılardan, genellikle Amerikan politikalarına destek mesajları çıkıyor. Ortadoğu’da kadına yönelik şiddet, tüm uluslar arası yardım kuruluşlarının birinci gündeminde. Amerika Afgan kadınını burkadan kurtardığı için alkışlanıyor. Yıkılmış şehirlerde, kadınların lehine bir iki kanun maddesi için açıklamalar yapılıyor. Yıldız Ramazanoğlu bu durumu “ Çamurlu su içen, sevdikleri öldürülmüş kadınlara oje dağıtmak gibi. Samimiyetten uzak ve haince..” diye tanımlıyor.

Irak işgalinin ardından yapılan Dünya Kadın Konferansında, kadınların ne kadar aşağılandığı, haklarından mahrum olduğu çokça gündemleşti. İşgalden hiç bahsetmeyen uzman feministler raporlar sundular. Ve ortaya şöyle bir sonuç çıktı: İşgal, Irak’ta da kadınlara yaradı. İşgal kuvvetleri, Irak’lı kadınların kocalarını ve oğullarını öldürerek onları özgürleştirmiş oldu. Ama asıl acı olanı, bu toplantılara katılan onlarca kadın kuruluşundan net bir savaş karşıtı duruşun ortaya çıkmamasıydı. Kimsenin, Irak’ın CEDAW ı imzalayan ilk ülkelerden biri olduğunu hatırlatmamasıydı. Ambargodan önce %85’lere varan kadınların okuma yazma oranının şimdi %40 larda olduğunu söylememesiydi. Sözde feministlerin, gündemini, yeni anayasaya kadın haklarını gözeten maddeler koydurabilmekle sınırlı tutmasıydı. Irak’lı ve Afgan konuşmacılar sadece seçimlerdeki ve yeni anayasanın hazırlanmasındaki başarıyı konuşmasıydı. Herkesin kadın adına, işgalcilere şükran sunmasıydı.

Ve bu sözlerin, Bush ve Blair’in sözlerinden daha etkili olmasıydı.

FEMİNİZM KURTULUŞTUR…

Kadın hareketi, ilk şekillendiği zamanlardan beri, reel politika arenasındaki iktidar kapışmasında hep bir alan olarak görülmüş, çeşitli müdahalelere uğramış ve kendi bağımsız duruşunu koruma mücadelesi içinde olmuştur. Bin yıllardır nesneleştirilen, sembolleştirilen, sahiplenilen, araçsallaştırılan kadının kurtuluş girişiminin de, müdahale altında olması şaşırtıcı değil tabii ki…

Feminizmle birlikte kadınların kendi yolu açıldı... Feminizm, ‘kadın kurtuluşunun’ bu kuşatılmışlığı içinde bağımsızlığı yaratmak için çetin bir mücadele verdi. Feminist kuram, reel siyaset tarihini yeniden yorumladı ve erkekliğin bu alanda nasıl temel bir rol oynadığını, bu mekanizmaların, cins kimliklerinin üretilmesinde belirleyici rolünü ortaya koydu; militarizmin, milliyetçiliğin toplumsal cinsiyet kimliklerine nasıl dayandığını, cinsiyetçi söylemi ve değerleri nasıl yeniden ürettiğini gösterdi.

Felsefeye, bilgi kuramlarına yönelik eleştirileriyle, kendi analizini ve yöntemini kurdu. Akademik ve politik alanlarda ciddi tartışmalar yarattı. Fırtınalı ve sıkıntılı tarihinde, çetin bir mücadeleyle, en çok da muhalefet içinde, hâkim kurtuluş söylemin kutsallığıyla boğuşarak kendini tüm kuramlardan ayıran feminizm, genel muhalefetin paradigmasına, gündemine ve söylemine de oldukça etkide bulundu.

Feminizm, salt kadın hakları ve kadın ihtiyaçları savunusu değildir. Bu nedenle kadınların mağduriyetlerini önlenmesinin yanında, cinsiyetçiliğin dayandığı bütün iktidar sistemlerini masaya yatırır, çeşitli iktidar mekanizmalarıyla bütünleşerek kurumsallaşan ataerkiye karşı mücadele eder.

Savaşlar da, erkekliğin son derece güçlü örgütlendiği bir iktidar sistemidir. Bu nedenle, son yirmi yıldır, feminist kuram, erkekliğin üretim mekanizmalarına karşı bütünlüklü bir kurtuluş perspektifi geliştirmiştir.

Bu nedenle, feminizme herkesin ihtiyacı var. Daha derin bakabilmek için. Kadınların ve erkeklerin savaşlarda kullanılmasını engellemek için…