Mesajı Okuyun
Old 19-02-2007, 21:30   #12
Av. Şehper Ferda DEMİREL

 
Varsayılan Adalet ve Tarihselliği Üzerine

Uygarlık tarihi insanlığın adalet arayışının çeşitli örneklerini ve evrelerini sergilemektedir. Ancak adalet istemi ve çabasının tamamlanmasından söz etmemiz henüz ya da hala söz konusu değildir. Adalet, bir durumu; mevcut olan bir koşullar bütününü olduğu kadar, gerçekleştirmek istediğimiz bir değeri ve ideali de ifade etmektedir. Geçmişte hukuk ve adalet adına gerçekleştirilen pek çok şey bugünden bakınca adaletsizlik olarak değerlendirilebilir. Çünkü tarih içinde insanların adalet anlayışları ve bu konudaki kurumları-kurumlaştırmaları da değişmektedir. Bu nedenle tarihsel bir varlık olarak insanın, bütün yapıp etmelerini, kavramlarını ve değerlerini tarihsel bir yaklaşımla ele almak gereklidir. Ben de bu konuşmam da, günümüz dünyasını tanımlamada ve değerlendirmede sıkça kullanılan küreselleşme kavramı ve adı geçen sürecin yol açtığı bazı sorunlar bağlamında adaletin tarihselliği üzerinde durmak istiyorum. Amacım, adalet kavramının tarihselliği bağlamında, bu kavramla ilgili bazı önemli dönüşümlere değinmek ve adaletin gerçekleşebilmesi açısından gerekli koşulların neler olabileceğine işaret etmek ve bu konudaki bazı felsefi yaklaşımları değerlendirmektir.

Her felsefe çalışmasını kımıldatan, başlamasına yol açan bazı sorular ve sorunlu durumlar vardır. Beni uyaran, aklımı kurcalayan ve yanıt aramaya zorlayan sorular nelerdir? Kısaca bunlara değinmem yerinde olur: Dünyaya tek seçenek olarak sunulan ve kitle iletişim araçlarıyla akıllara yerleştirilmeye çalışılan kavramlar ve değerlere karşı, felsefe ne yapabilir, insanların daha adaletli bir dünya kurmaları konusunda neler söylenebilir? Küreselleşme yerine küreselleştirmeden söz etmek daha doğru olmaz mı? Yalnızca hukuk ve hukuk devleti adaleti sağlayabilir mi? Başta ABD olmak üzere uluslar arası hukuku ve kurumlarını hiçe sayan devletler dünya barışı ve adalet için en büyük tehlike değil midirler? Dünyada adaletin gerçekleşme koşullarını ve ölçütlerini belirleme konusunda felsefenin işlevi ne olabilir? Hegemonyacı güçlerin kuramsal destekçisi ve savunucusu olan yaklaşımlara karşı neler yapılabilir? Bu ve benzer sorular çerçevesinde adalet sorunu ele alındığında hazır bir reçetenin bulunmadığı ve kısa yoldan bir çözümün ufukta görünmediği açıktır. Ancak sorunun kavranılma tarzı da büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle küreselleştirmeden çeşitli yarar, ilgi ve beklentileri olanların, bu yaklaşımlarının ya da küreselleşme anlayışlarının yorumlanması ve eleştirilmesi de gereklidir.

Tarihsel bir varlık olarak insanın adalet istemi yönündeki anlayış ve girişimlerinin ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan kurumların/ürünlerin de tarihsel olduğunu söyleyebiliriz. ...

...


Bu düşünce tarzı sosyal-ekonomik-kültürel gerçekliği olumlayan, meşrulaştırmaya çalışan nitelikleriyle dikkati çekmekte ve dünyadaki adaletsizliklerin kaynağı ve sorumlusu durumundaki devletlerin, şirketlerin ve kurumların hegemonyasını yaygınlaştırma işlevi görmektedir. Çünkü tarihin sonundan değil, ancak belli bir kültürün ya da sosyo-ekonomik düzenin sonundan söz edilebilir. Ancak görünen odur ki, günümüzün modern efendileri yeryüzünü kendi egemenlik alanları ve insanlığın büyük bölümünü de kendi köleleri olarak görmektedirler. Eskiden köleler “özgürlük” ve “eşitlik” adına (ki bunlar adaletin vazgeçilmez koşullarıdır) başkaldırırken, günümüzde ise ülkeleri/devletleri parçalamaya, sömürmeye yönelik politikalar “özgürlük götürme”/özgürleştirme girişimi/müdahalesi olarak adlandırılmaktadır. İnsana-insan yaşamına yapılan saldırılar ve “insani müdahale” olarak tanımlanabilmektedir. Günümüzde belki yüzyıllar öncesinin hümanizmi ve hümanist filozofları yok. Ama yine de bazı insani değerlerin ve ahlaki, hukuki kazanımların savununu felsefeden beklemek çok şey olmasa gerek. Ancak konuşmamın somlarında değineceğim gibi, bazı filozofların hegemonyacı güçlerin sesi olarak konuştuklarını görüyoruz. Elbette eskiden de iktidarın yanında yer alan, mevcut sistemin savunucusu olan filozofları hatırlıyoruz. Örneğin Platon, Aristoteles köleliği doğal ve gerekli görürken, Stoacılar ve Sofistler bütün insanların özgür olmaları gerektiğini savunmuşlardı. O gün için olmasa bile, tarihin sonraki dönemlerinde insanların özgürlüğünü ve eşitliğini savunan felsefe tarzı kabul gördü. Özgürlük ve eşitlik istemi, aynı zamanda adalet istemi demektir. İnsanın hemen her dönemde ve kültürde adalet arayışını sürdürdüğünü saptayabiliriz. Çünkü adil bir toplumda yaşama, adil bir dünya kurma isteği/düşüncesi, insanın eylemlerine yön veren en önemli ereklerin/ideallerin başında gelmektedir. Ancak adalet kavramının anlamı ve bir erek olarak tasarımlanışı tarih içinde değişmiş, yeni boyutlar kazanmış bulunmaktadır.

Tarihselci felsefenin öncüsü Vico, insanlık tarihinde üç farklı çağdan söz eder: tanrılar çağı, kahramanlar çağı ve insanlık çağı. Paganizmin söz konusu olduğu tanrılar çağında insanlık, tanrısal bie egemenlik tasarımı altında yaşar. Bu dönemde insanların tüm girişimlerinde ve eylemlerinde fala ve kehanete başvurdukları görülmektedir. Aynı zamanda mitolojik bir dönem olan kahramanlar çağında, Aristokratik yasalar hüküm sürmektedir. Özgür cumhuriyetlerin ve monarşilerin bulunduğu insanlık çağında ise, artık insanların doğa bakımından eşitliği söz konusudur. Vico’ya göre, ilk iki çağ, “poetik” çağlardır. Bu çağlarda insanların akıllarından çok hayal güçleri egemendir. Üçüncü çağ ise, bir akıl çağıdır. Bu ayrıma dayanarak Vico, üç dil ve yazı türü (kutsal, simgesel, dünyevi), üç tip doğal hukuk, üç tip siyasal topluluk ayırır.1 Adı geçen çağların hukuksal karakterlerini belirlemeye çalışan Vico’ya göre, birinci çağda dinsel hak vardır, herşey tanrıların mülküdür. İkinci çağda ise kahramanlık hakkı (kuvvet hakkı) söz konusudur. Üçüncü çağda ise insansal hak ya da başka deyişle “insan hakları” ortaya çıkmıştır. Bu dönemdeki yasalar, aklın ürünüdür. Vico, hukukun bu çağlardan her birinin kendine özgü ruh ve doğasından ortaya çıktığını belirtir. Başka bir deyişle her çağın hukuk ve adalet anlayışı, o dönemin kültürü tarafından biçimlendirilmektedir. Bu ise hukukun ve onun gerçekleştirmek istediği adaletin tarihsel bir nitelik taşıdığını gösterir.

Adalet kavramına tarihsel açıdan yaklaştığımızda, bu kavramın anlamsal içeriği ve hayata geçirilmesi, gerçekleştirilmesi konusunda dikkati çeken iki dönüşüm vardır:

I)Tanrısal adaletten insani adalete doğru gerçekleşen dönüşüm,

II)Güçlülükten haklılığa doğru gerçekleşen dönüşüm. Güç sahibi olmanın haklı olmakla özdeş olmadığı, her türlü gücün de ahlak ve hukuk tarafından sınırlanması söz konusudur. Bu iki dönüşüm, hem adalet kavramının tarihselliğini ortaya koyması bakımından hem de insanlığın temel bir değerini ve ereğini yorumlama konusundaki farklılıkları göstermesi açısından da büyük önem taşımaktadır. Tanrısal adaletten insani adalete geçiş ise, aynı zamanda mutlak adaletten göreli ve tarihsel bir adalet anlayışı ve hukuk sistemine geçiş anlamına gelmektedir. Çünkü insanın ortaya koyduğu bütün kural, yasa ve değerler mutlak geçerlilik taşımazlar. İnsani olan herşey tarihsel ve görelidir. Ama elbette insan, söz konusu tarihselliği ve göreliliği aşma çabasıyla da karşımıza çıkar. Ancak bu, adaletin tarihsel karakterini ortadan kaldıran bir şey değildir. Benim burada üzerinde durmak istediğim daha çok ikinci dönüşümdür.

İnsanlığın eski dönemlerinde hak ve güç kavramları arasında belirgin bir ayrım yapılmadığını saptamak mümkündür. Güç egemen olduğundan güçlüler zayıfları ezmekte kendilerini haklı görmekteydiler. Sofist Gorgias gibi kimi filozofların hukukun kaynağını sözleşme yerine güçte bulduklarını biliyoruz. Şöyle diyor Gorgias, “hukuk insanların iktidar mücadeleleri sonucu ortaya çıkar, mücadeleler sonucu güçlü olan kurallarını başkalarına kabul ettirir.” Trasymakhos’a göre de, adalet güçlünün zayıfa buyurduğudur. Adalet, ancak güçlünün hakkı olarak vardır. Ona göre, doğada eşitlik olmadığı gibi, toplumda da eşitlik yoktur. Burada hukukun doğal düzenin bir devamı olarak düşünülmesi söz konusudur. Oysa doğaya dayanarak ahlaki ve hukuksal yasa, kural ve değerler ortaya koymak doğru değildir. Bu konuda felsefede sofistlerle başlayan bir gelenek, devleti yapay bir kuruluş olarak kabul eder. Hukukun kaynağı da, insanların kendi aralarında oluşturdukları bir şeydir. Tarihsel ve kültürel bir unsurdur. Bu nedenle güce ya da sözleşmeye dayalı olarak, hukuk ve adalet, insanların ilişkilerinden ortaya çıkan şeylerdir. İnsanların ilgi, çıkar, beklenti ve ihtiyaçlarına bağlı olarak da hukuk ve adalet konusunda tarih boyunca değişmeler birbirini izlemiştir. Toplumsal gelişme ile birlikte, hak düşüncesinin de geliştiğini söylemek mümkündür. Ancak hak ile güç tümüyle birbirinden ayrı şeyler değildir: “Güçlülük döneminden haklılık dönemine toplumsal bir süreç içerisinde geçilmesi güçlülüğün ve haklılığın birbirinden ayrılamayacağını göstermektedir. Hakların elde edilmesi ve korunması için güçlü olmak gerekmektedir. Eski dönemlerde bu güç birey gücü olarak beliriyordu. Toplumda kendi gücü ile kendi düzenini kuran kişi egemen oluyordu; kendi hukukunu oluşturuyordu. Son dönemlerinde ise toplumsal gelişme bireylerin güç boyutlarının ötesine ulaşmıştır. (...) Devlet toplumsal gücün siyasal örgütü olarak doğmuştur. Toplumsal güç adına hakları belirleyen devlet, bunlara yönelen saldırıları önlemekle görevlidir. Hakları kurucu ve koruyucu niteliği nedeniyle toplumsal güç olan devlet hukuk düzeni içerisinde adaleti sağlamakla yükümlüdür. Hukuk en güçlünün hakları demek değildir. Hukukun güç ile eşanlamlı olduğu ileri sürülürse hak ile haksızlık arasında bir ayrım yapmak ve dolayısıyla adalet ile adaletsizlik arasında herhangi bir değerlendirmede bulunma olanağı da ortadan kaldırılmış olur. Hukukun kurulmasında gücün çok büyük payı vardır, ama hukuk yalnızca güç demek değildir.”2

Yalnızca güçlü olanın haklarını ve çıkarlarını korumaya ve geliştirmeye hizmet eden bir hukuk sistemi, ister belli bir ulus/toplum içinde olsun ister uluslar/devletler arasında, adaleti gerçekleştirmekten uzak kalır. Oysa hukukun temel amaçlarının başında adaletin yer aldığı açıktır. Hukuk adaleti gerçekleştirmeye çalışan bir yasalar bütünüdür. Hukuk olmadan adaletten söz edilemez. Ancak tek başına hukuk ve hukuk devleti de adaleti sağlama konusunda yetersizdir.

...

...

...

Adaletin hukuksal temelleri kadar, ahlaki, toplumsal ve ekonomik temelleri de önem taşımaktadır. Yalnızca hukuksal bir adaletten söz etmenin pratikte pek fazla anlamı yoktur. Örneğin yasa bakımından bütün insanların eşit olduğu kabul edilmiştir. Yine kağıt üstünde bütün insanların temel insan haklarından yararlanmasının hukuksal güvence altına alınmış olduğu da açıktır. Fakat bütün bunlar adaletin ahlaki, toplumsal ve ekonomik anlamının ve koşullarının göz ardı edilmesine yol açmamalıdır. İnsanlık tarihinin “modernite” olarak adlandırılan yakın dönemlerinde, özellikle aydınlanma döneminde “hukuksal adalet” düşüncesinin şekillendiğini ve kabul gördüğünü saptayabiliriz. Ancak bu durum/aşama insanların adalet talebini/istemini yerine getirmede yetersiz kaldığı içindir ki, özellikle 19. yüzyılda toplumsal ve ekonomik adalet isteminin ve mücadelesinin ön plana çıktığını görüyoruz. Bilindiği gibi, hukuksal adalet anlayışı, siyasal haklar ve özgürlüklerde ifadesini bulmuştur. Toplumsal ve ekonomik anlamda adalet istemi ve mücadelesi ise, toplumsal ve ekonomik haklarda somutlaşmıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir; tarihte insan hakları düşüncesinin ve talebinin gelişimi ve ortaya konulan kazanımlar, aynı zamanda adalet arayışının da ifadesidir. Belli dönemlerde insan hakları ve adalet konusunda gerçekleştirilen başarıların ve ilerlemelerin süreklilik taşımadığı da unutulmamalıdır.

...


Binlerce yıllık insanlık tarihi bize, hiçbir imparatorluğun sonsuz olmadığını, hiçbir siyasi kurumun/kuruluşun dünya egemenliğini ele geçiremediğini göstermiş olmalıdır. Hobsbawm’ın dediği gibi, “Dünya, tek bir devletin hakim olamayacağı kadar karmaşık ”tır.12

...



*Yazar: Dr. Mustafa Günay, Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi ABD

**Dünya Kime Aittir adlı kitabından