Mesajı Okuyun
Old 20-01-2009, 16:26   #12
Referendaire

 
Varsayılan

Sayin Korayoz'u destekler mahiyette kismen yakin tarihli bir karar.

Saygilarimla.

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2004/5-460
K. 2004/614
T. 24.11.2004
� KAMULAŞTIRMA BEDELİNİN GEÇ ÖDENMESİ ( Munzam Zarar Talebi - Uğranılan Zararın Varlığı ve Miktarı Somut Vakıalarla İspat Edilmesi Gereği )
� MUNZAM ZARAR TALEBİ ( Kamulaştırma Bedelinin Geç Ödenmesi Nedenine Dayalı - Kabulü İçin Uğranılan Zararın Varlığı ve Miktarı Somut Vakıalarla İspat Edilmesi Gereği )
� ZARARIN MİKTARININ BELİRLENMESİ ( Kamulaştırma Bedelinin Geç Ödenmesine Dayalı Munzam Zarar Talebi - Zamanında Ödeme Yapılmadığı İçin Alınmak Zorunda Kalınan Borca Ödenen Yüksek Faiz Oranının/Mal Varlığındaki Azalmanın veya Dövize Ödenen Yüksek Kurun ve Ülkede Cari Ekonomik Göstergelerin Dikkate Alınacağı )
818/m.105
1086/m.238

ÖZET : Dava, kamulaştırma bedelinin geç ödenmesi nedeniyle munzam zarar talebine ilişkindir. Munzam zarar talebinin kabul edilebilmesi için uğranılan zararın varlığı ve miktarı ispat edilmelidir. Başka bir anlatımla davacı alacaklı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını ispatlamak zorundadır. Bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan muhtemel kar ya da farz edilen gelir değildir. Açıklanan nedenlerle iddia olunan zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın ispat edilmesi gerekir. Somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ispat edilmeden davanın kabulü yönünde karar verilemez.

DAVA : Taraflar arasındaki "tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kartal 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 21.12.2000 gün ve 1998/685 E. 2000/892 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesi'nin 29.01.2002 gün ve 2001/26659-2002/2028 sayılı ilamı ile;

( ...Dava, kamulaştırma bedelinin geç ödenmesine ilişkin munzam zarar talebine aittir. Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi uyarınca alacaklının duçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.

Kanun koyucu para borcunun geç ödenmesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Bu zararın tazmini 2. bölümde düşünülmüştür. Birinci bölüm, ispat edilmeden tahsili talep edilecek zarar miktarıdır, ki bu temerrüt faizidir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi bir karineden istifade etmek olanağı yasal olarak mevcut değildir.

Davacı temerrüt faizini aşan bir zararının mevcut olduğunu kanıtlamamıştır. Yüksek enflasyon, Dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Zira; davacının para alacağını zamanında tahsili halinde ne şekilde kullanacağını ispat etmemiştir. Açıklanan durum karşısında somut olarak ispat edilen bir zarar mevcut olmadığından Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen dairemizin uygulamasına paralel olarak davanın reddi yerine kabulüne karar verilmesi,

Doğru görülmemiştir... )

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, munzam zararın tahsili istemine ilişkindir.

A- Davacının isteminin özeti:

Davacı vekili; davacı tarafından açılan kamulaştırma bedelinin artırılması davası sonunda mahkemece, 694.51O.000.-TL kamulaştırma bedel farkının 01.04.1993 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalı idareden tahsiline karar verildiğini; o davada hükmedilen bedel farkının İcra marifetiyle ancak 08.01.1998 tarihinde tahsil edilebildiğini ve alacağa uygulanan temerrüt faizinin, geç ödemeden kaynaklanan davacı zararını karşılamadığını ileri sürerek, munzam zararın banka mevduat faizleri nazara alınmak suretiyle hesaplanmasını ve 17.315.000.000.-TL tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

B- Davalının cevabının özeti:

Davalı vekili; davacının zararının, yasal faizle karşılandığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

C- Yerel mahkemenin kararının özeti ve direnme:

Mahkemenin; "enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçlarının herkesçe bilinen "maruf ve meşhur" vakıalar olup, bunların ispatının gerekmediği, böyle bir ortamda davacının parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir yatırım aracında değerlendireceğinin karine olarak kabul edilmesi ve munzam zararının doğduğunu kanıtlamış sayılması gerektiği" gerekçesiyle, "davanın kısmen kabulüne" dair verdiği karar, özel dairece yukarıda açıklanan gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

D- Gerekçe:

Taraflar arasında görülüp kesinleşen kamulaştırma bedelinin artırılması davasında; Kartal Asliye 4. Hukuk Mahkemesi'nin, 25.02.1994 gün, E: 1994/239, K: 1994/113 sayılı kararı ile, davacı lehine 701.129.663.-TL kamulaştırma bedel farkına hükmedildiği ve artm1an bedele 01.04.1993 tarihinden itibaren yasal faiz yürütülmesine karar verildiği; davalı idarece davacıya, hükmen belirlenen bedel farkının ve işlemiş faizinin 09.01.1998 tarihinde ödendiği konusunda uyuşmazlık mevcut değildir.

Özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık; davacının, geçmiş günler faizinden fazla zararın varlığını somut delillerle ispat etmesinin gerekip gerekmediği noktasındadır.

Davacı bu dava ile; Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi uyarınca temerrüt faizini aşan munzam zararını istemektedir. Munzam zararın anlaşılabilmesi için öncelikle temerrüt faizinin hukuksal niteliği üzerinde durulmasında yarar vardır.

Bilindiği gibi temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine Borçlar Kanunu'nun 103. maddesi gereğince kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresinde varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Borçlu kusurlu olsun olmasın, sonuçta borç alacaklıya zamanında ödenmemiş demektedir. İşte, gerek İsviçre ve gerekse Türk kanun koyucusu alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme hakkı tanımıştır. Giderek, faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu para miktarından yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz.

Diğer taraftan temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Borçlu bu konuda kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini ileri sürerek ve bunu kanıtlayarak faiz ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz.

Bunun yanında temerrüt faizi, sözleşmeden doğan para borçlarının yanı sıra, sözleşme dışı hukuki ilişkiden kaynaklanan para borçlarında da uygulama alanı bulabilir ( Dr. Nami Barlas, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar, 1992, s: 127; YHGK. 01.01.1992 gün, E: 1991/11-615, K: 1992i57 ).

Davamızın konusu olan munzam zarar ise, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne göre alacaklı, geç ödeme sebebiyle az yukarıda açıklanan geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı karşılamak zorundadır.

O halde, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir.

Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır.

Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan "muhtemel kar" ya da "farz edilen gelir" değildir. Bu zarar, davacının öz varlığında.1, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır.

Hal böyle olunca, iddia olunan zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği, duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.

Hemen ifade etmek gerekir ki, faiz oranlan Borçlar Kanunu ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun ile düzenlenmiştir.

Yasa koyucu, bir para borcunun gününde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın, ilkesinin içinde bulunduğu ekonomik konjöktörü dikkate alarak belli bir oranda olacağını benimsemiştir.

Nitekim, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 04.12.1984 gün ve 3095 Sayılı Kanun ile bu oranın % 30'a çıkarılması ve yine 3095 Sayılı Kanunda 15.12.1999 gün ve 4489 Sayılı Kanun ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankası'nın kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır.

Bu noktada, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluk ( enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş ) dikkate alınarak, yasa hükmüyle geçmiş günler faizine ilişkin düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Kanununun 105. maddesinde öngörülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez.

Aksinin kabulü halinde yasa koyucunun bu olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı açıktır. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların tevlid edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasa'dan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu kabul edilemez.

Yetkili mercii kararını vermiş, yasayla hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlendiğinden fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı, değerlendirdiği ölçülere ve bunların "maruf ve meşhur" oldukları olgusuna değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır.

Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 238. maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak olgular anılan maddede sözü edilen "maruf ve meşhur" olan enflasyon, para değerindeki düşüş ya da mevduat faiz oranlan değil, az yukarıda açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlid eden vakıalar ve bu alacağını gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, ya da alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur,

Denilebilir ki, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen munzam zararın, Borçlar kanununun 103. maddesi ve 3095 Sayılı Kanun ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna varılması mümkün değildir. Bu itibarla Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların ( ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri ) dışında, somut ve davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir.

Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarıda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir.

Görülmekte olan davada az yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde, somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp kanıtlanmadığından, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur.

Hal böyle olunca yerel mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, 24.11.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.