Mesajı Okuyun
Old 10-03-2009, 14:12   #14
Nur Deniz

 
Varsayılan


Oyuncu Yasemin Alkaya’nın ikinci belgeseli olan Yaşam Arsızı 19 Nisan Cumartesi günü festival izleyicisiyle buluşuyor. Trajik kelimesinin bile eksik kalacağı gerçek bir hikâyeyi belgeleyen Yaşam Arsızı bir üçüncü sayfa hikâyesinden öte topyekun ahlâksızlığa mağdurluğun sınırlarını okumaya ve okutmaya çalışıyor.
Festivalde Türk belgeselleri bölümünde yer alan Yaşam Arsızı anne ve babası bir trafik kazasında ölünce akıl sağlıklarını yitiren iki şizofren kız ve hem onlara hem de kendi çocuklarına bakmak için çabalayan ablalarının gerçek öyküsünü konu alıyor.
Bu belgesel film çalışmasıyla ülkemizde çocuk, kadın ve hasta hakları ihlallerinin gündeme geleceğini işaret eden yönetmen Yasemin Alkaya: “Türkiye’de bulunan 400 bin şizofreni hastasına destek olmak için bir Vakıf kurulması çabası içerisindeyim. Bununla ilgili olarak da filmimin bu sürece katkıda bulunacağını ümit ediyorum. Özellikle sokakta kalmış kadın şizofreni hastalarının durumu çok daha zor; cinsel tacize ve tecavüze uğruyorlar” diyor.
Saat 13.30‘da Atlas 2′de gösterilecek filmin ardından, saat 16.00‘da Atlas Pasajı’ndaki Sadri Alışık Tiyatrosu‘nda bir söyleşi düzenlenecek. Söyleşiye; yönetmen Yasemin Alkaya ve filmde hayatlarına tanıklık ettiğimiz kişilerle beraber;
  • Sağlık Bakanı Sayın Recep Akdağ’ın Danışmanı ve aynı zamanda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Medaim Tanık,
  • Kadın ve Çocuktan Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Nimet Çubukçu’yu temsilen Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Müdür Yardımcısı Nurdan Tornacı,
  • Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nden Prof. Dr. Alp Üçok,
  • Şişli Belediye Başkan Yardımcısı - Eğitim Kültür ve Sağlık Sorumlusu Sosyal Hizmet Uzmanı Kahraman Eroğlu ve
  • Kadıköy Belediye Başkanlığı ve Bakırköy Belediye Başkanlığı temsilcileri de katılacak.
Söyleşiye katılım ücretsiz.
Nur Çintay A.’nın bugünkü Radikal gazetesindeki yazısını buraya eklememek olmazdı:
Fena silkeleyen bir şizofreni, çaresizlik, hayat hikâyesi

Böyle trajik bir öyküyü anlatabilecek kelimeleri bildiğimden çok emin değilim ama deneyelim bakalım:
70′lerin sonu, Ankara’da yaşayan üç çocuklu Çağlayan ailesi. Entelektüel, yakışıklı, devrimci bir baba. Nefis börek yapan ev kadını bir anne. Üç de kız çocuk; aralarında dörder yaş var: Elif, Funda, Aysun. Çok zeki kızlar bunlar; özellikle ‘ortanca’ zehir.
Maddi durumlar sıkıntısız, iki tane ev var. Tek sıkıntı, arada anneyle babanın limonileşmesi; anneye mayhoş/babaya âşık Elif’in yalancısıyız. Gebze’deki akrabalardan otobüsle Ankara’ya dönerlerken feci bir trafik kazası oluyor. Üç kız kardeş, yan yana uyudukları koltuklarda gözlerini açtıklarında, otobüsün kendileri dışındaki kısmının tarumar olduğunu görüyorlar.
Elif dışarı çıkıp bakıyor ki etrafta kopmuş kollar, bacaklar… Anne, üzerindeki fıstık yeşili kıyafetten teşhis ediliyor, çok uzağa savrulmuş, feci biçimde parçalara ayrılmış. Neyse ki baba hâlâ nefes alıyor. Hastaneye gidiyorlar, birkaç saat içinde hep beraber eve döneceklerini umut ederken babanın kimliği, cüzdanı ve saati Elif’e teslim ediliyor.
Sene 1981. Kazada anne-babalarını böyle küt diye kaybettiklerinde Elif 16 yaşında. Funda 12, Aysun da 8. Birtakım akrabalar devreye giriyor. Üç kız mevzubahis olduğunda, bekâret dışında her şeyin teferruat olduğu kanaatindeki ‘aile büyükleri’.
Bir faydası olur muydu bilemeyiz, ama komşulardan dinlediğimiz, çocuklar ağlamıyor, acılarını bile doğru düzgün yaşamıyor, o dönemde zaten psikolojik destek filan hak götüre.
İlk işaret: Dikine izmaritler
Elif devlet memuru olarak işe giriyor, kardeşleri okumaya devam ediyor. Funda ODTÜ Bilgisayar’ı birkaç puanla kaçırınca dağılıyor. Gene de hayat sanki normalmiş gibi sürerken, ufak tefek tuhaflıklar baş gösteriyor: Funda ve Aysun bütün gün evde sigara içip izmaritleri dikine dikine dizmeye başlıyorlar… Ev giderek bir çöp eve dönüşüyor… Çırılçıplak soyunup evden dışarı çıktıklarında, artık işin çığrından çıktığı anlaşılıyor…
Elif yine de onlarsız bir hayatı aklından bile geçirmiyor. En olmadı diyor, şu iki evi satar, parasını da yer, sonra geçer direksiyona, üçümüzü de uçururum aşağıya…
Ama işte çoğu zaman olduğu gibi, evdeki hesapla çarşıdaki birbirine uymuyor. Buradaki kilit kelimelerden ilki Mehmet. Aşk mı? ‘Aslında hiç de tipim değildi’lerden Mehmet, verdiği onca hasara rağmen Elif’te bir saplantı haline geliyor.
Mehmet, hadi sahtekârlıklarına hiç girmedik diyelim, en hafif tabirle kaybedenin önde gideni. İş güç yok, yalan, aşağılama gırla, dayak cennetten çıkma. Ama bunlar Elif’in Mehmet’ten iki nefis çocuk yapmasına mani olmuyor!
Peki bu iki çocukla o iki teyze bir arada… Nasıl olacak?
Bas Akineton’u, daya elektriği…
Funda’yla Aysun iyi durumda değiller; yıllar içinde ağır şizofreni hastası olmuş durumdalar. İlk hastaneye yatırdığında ‘kaliteli akıl hastaları’ olduklarını söylüyor Elif, soyunup soyunup kendilerini sokağa atmalarını matrak bile buluyor. Ama anlattığına göre o ilk hastane tecrübesi onları ‘robotlaştırıyor’, bitiriyor, zira basıyorlar Akineton’u, dayıyorlar elektriği…
Hastanede Funda’yla Aysun’u ‘NAL’ladıklarını tahmin etmek zor değil. Buraya bir parantez açalım: Cemal Dindar’ın ‘Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri/NAL’ isimli kitabını (Telos Yayıncılık) okumuş olabilir misiniz? “Norodol-Akineton-Largactil.
Baş harfleriyle; NAL. Acile getirilen ‘akıl hastaları’nın yakın zamana değin tanıştıkları ilk ilaçlar bunlardı. Bir enjektöre bu üç ilaç belli dozlarda çekilir ve karışım, hastaya enjekte edilirdi. Bazı kliniklerde bu işlemin adı, iğrenç bir zekilikle, insan sevmezlikle bulunmuştu bile: ‘NAL’LAMAK. İlaç şirketlerince nemalanmadan önce kirli, şimdilerde pırıl pırıl servislerin boyaları kazınsa, bazı hocaların, bazı şeflerin dillerinden duvarlara yapışmış kelimeler sıvalarla dökülebilir hâlâ: Niye ajite bu hasta… NALLAYIN ŞUNU!..”
İşte Funda ve Aysun da belli ki ‘nallama’dan nasibini almış, insanlıktan çıkarılmışlar.
Hayat onlar için mi daha zor, Elif için mi, onlarla yaşamak mı daha zor, onlarsız mı, artık her şey çok karışık…
Para pek çok şeye derman olmasa da, yokluğu kepazelik. Mehmet sayesinde, arada babadan kalma o iki ev satılmış, afiyetle yenmiş. Yani eldekilere
ek şart: Beş parasızlık.
İnsan/kadın/çocuk/hasta hakları
Funda ve Aysun için memleketin dört bir köşesinde pek çok kapı çalınıyor. Hastane, bakımevi, akraba gelgitlerinin son halkası çok trajik bir biçimde sokak oluyor. İki kız kardeş parklarda banklarda yatıyor, defalarca tecavüze uğruyor, çöplerden yemek yiyor, aylarca hiç yıkanmıyor. Öyle korkunç, öyle gırtlağa tıkanan işler ki, bu memlekette insan, kadın, çocuk, hasta hakları ihlalinde bir dur durak yok mu diye düşündürüyor.
Elif’in çok canı yansa da, pavyonda çalışıp kazandığıyla ancak kızı Berivan’la oğlu Umut’u büyütebiliyor, Mehmet elbette ki çoktan arazi.
Pişmanlık, utanç, acı, hasret, bunları içinden kazımak için hiçbir kireç çözücü fayda etmez, ama işte daha fazlasını da beceremiyor. ‘Yaşam Arsızı’ diyor kendine, çocukları için hayatla boğuşmasını arsızlık addediyor.
Bu belgesel nasıl ortaya çıktı?
Çağlayan ailesinin insanı dağıtan hayat hikâyesini nereden öğendim? İstanbul Film Festivali kapsamında yarın 13:30′da Atlas’ta gösterilecek bir belgesel var: ‘Yaşam Arsızı’. Oyuncu Yasemin Alkaya’nın çektiği bu belgesel, işte bu ailenin gerçek hayat öyküsü.
Ben filmi hafta içine konan ek gösterimde izledim ve çok etkilendim. En sarsıcı taraflarından biri herkesin (hâlâ) çok zeki olması. Şu anda Ürgüp’te bir bakımhanede yaşayan Funda ile Aysun mesela, insanın içine çok fena oturan pek çok şeyi biliyor, hissediyorlar, ama pek çok alanda da bebek gibiler.
Elif’in çocukları Berivan ve Umut, çok parlak, çok tatlı tipler. Ve kendi: Zerre ağlak değil. Aklını kullanamamış ama zekâsı meydanda…
Elif Çağlayan, Yasemin Alkaya’nın çocukluk arkadaşı. Böyle bir işe kalkışınca Alkaya da dört yıl boyunca damardan dahil olmuş hayatlarına. En büyük hayali, ortaya çıkardığı bu işle şizofrenlere umut olmak, şartlarını bir lokmacık iyileştirebilmek, belki bir vakıf kurulmasına ön ayak olmak, bu kadınların çektiği korkunç eziyeti görmezden gelen bu garip düzeni ucundan bir gıdım oynatabilmek… Umarım oynar… (Alıntı)