Konu: Kaptan
Mesajı Okuyun
Old 14-04-2009, 14:22   #9
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Cengiz Aladağ
AHMET


Çay içmeyi sever misiniz?

Ahmet, çay yapmayı sever. Bu küçük kentin denize karşı çay içebileceğiniz az sayıdaki yerlerinden biri olan balıkçı barınağının ocakçısıdır Ahmet. Sıva ustası olan ve yetmişini geçmesine rağmen hala çalışan babasının, kan davası yüzünden göçüp, askerliğini yaptığı bu kente gelmesi nedeniyle doğma büyüme buralıdır. Balıkçı barınağı yapılırken inşaatında çalışmış, bina bitince barınağın ocakçılığına başlamış, belki bir milyon bardak çay sunmuştur insanlara şimdiye dek.

Çay yapmayı sever Ahmet, güzel de yapar. Sorduğumda anlatmıştı: Rize çayına biraz kaçak çay, biraz da çay çiçeği katıp, harmanlıyormuş. Suyu en az 20 dakika kaynatıp, ondan sonra demliyormuş. “İyi çay için su önemli.” demişti, biraz kireçli suyla daha güzel oluyormuş çay.

Basit bir yaşamı var Ahmet'in. Herkesin tersine, sabah uykuyla başlar güne. Ocağı Mecit'e bırakıp arka tarafta, tuvaletleri geçince sağda, kapısı hep kapalı duran penceresiz bir odada yatar; öğleye doğru kalkar. Bu arada Mecit barınağı temizlemiş, bardakları yıkamış, balıktan dönenlere çaylarını verip hatırlarını sormuş olur. Uyandıktan sonra mutlaka denize girer Ahmet; yaz, kış değişmez bu. Barınağın arka tarafında, dere ağzından biraz ötede kendini sulara bırakıp önce yüzünü yıkar, seyrelmiş saçlarını arkaya doğru sıvazlayıp birkaç kulaç atar. Sonra sabaha dek sürecek günü başlar Ahmet'in.

İlk işi Mecit'ten kalan çayı döküp yeni çay demlemek olur. Buna bozulmamasını Mecit'e çok söylediyse de genç garson için için kırılır ustasına, bir kez bile o çaydan içmediği için. Gerçekten de Ahmet, yıllardır kendi demlediğinden başka çay içmemiştir. Diğer takıntılarının yanında çok hafif kalır bu. Örneğin, karpuz yiyemez Ahmet. Domatesten, soğandan, şeftali tüyünden hoşlanmayanları görmüştüm ama karpuz... Nedenini de anlatmaz, “sevmiyorum” der, geçer. Bir başka garip takıntısı ise barınağa yakın büyük camide selâ verildiğinde ortaya çıkar; kulaklarını tıkar Ahmet ve bitip bitmediğini sorar bitene dek. Ailesinden ölen de olmadığı halde neden böyle yapar, bilinmez.

Ahmet'in Ahmet olduğunu, Kaptan kaybolduktan sonra, bu kente yeniden döndüğümde öğrenmiştim. Kaptan'la ilgili üzücü haber beni birkaç gün engellese de, sanki bu kentten hiç ayrılmamış gibi yine sık sık gider olmuştum barınağa. Ahmet, beş kez sormama rağmen adını söylememişti. Mecit gibi değildi, az konuşuyor, kendisi ile ilgili soruları geçiştiriyor, çabucak uzaklaşıyordu yanımdan. Sonunda adını da, O'nunla söyleşmenin yolunu da Mecit'ten öğrenmiştim. Akşamları iş çıkışı gelip, hava güzelse dışarıda, değilse içeride bir çay içiyor, ateş alma bahanesi ile ocağa giriyor, hiç konuşmadan Mecit'in lavaboya üst üste yığdığı “boşları” yıkamaya başlıyordum. O zaman Ahmet'in gözleri parlıyor, bana bir çay doldurup her seferinde “kaç şeker?” diye sorup yanıtını aldıktan sonra bir şeker atıyor, karıştırıyor ve lavabonun üstündeki tahta rafa koyuyordu. Ara sıra deterjanlı elimi durulayıp çayımdan bir yudum alıyor, bardakları yıkarken Ahmet'le sohbet ediyordum. O zaman eşlik ediyordu Ahmet; kendime ilişkin anlattıklarımı kafasını sallayıp dinliyor, şaşırtıcı bir şeyse “Allah Allah!” diyor, gerektiğinde “tabii” diyerek onaylıyor ya da “olacak iş mi?” diyerek tepki gösteriyordu. Sorularımı aralara sıkıştırıyordum. Kısa, bildik sözcüklerle, süssüz ama güvenilir yanıtlar veriyordu. Sanki Ahmet'in yaşamı yalnzca birer ikişer üçer sözcüklük tümcelerden oluşuyordu.

Ama bu uzun sürmedi; Ahmet bugün şakımaya başladı birden. Yazlıkçılardan bir kadına kaptırmış gönlünü, kadın da O'na karşılık vermiş. Yaz boyu gezip tozmuşlar, kış gelince evine dönmüş kadın. Kadıköy'de sık sık buluşup geziyor, elele oturup gözgöze konuşuyorlarmış. Evlenme niyetindeymiş ama anne ve babası bir dulla evlenmesini istemiyorlarmış. Ahmet günlerce uğraşmış ama onları ikna edememiş. Benden yardım istedi bugün.

Önce anlattırdım herşeyi. Gidip nikah günü bile almışlar ama daha Ahmet'in anne ve babasının haberi yokmuş henüz. “Olmadı işte” diyor Ahmet, “Olmadı. Ne dediysem dinlemiyorlar, sırf dul diye istemiyorlar Gül'ü.” “Gül” derken gözleri gülüyor, yanakları gamzeleniyor, gülleri açıyor Ahmet'in. Anne ve babasının ayak diremesinden sözederken ise soluyor çiçekleri, sonbahar geliyor gözlerine. “Sen okumuş adamsın, bir konuşsan? De ki, sanki Ahmet onsekizlik delikanlı mı? Hangi kız varır bu yaştaki adama? Dul da olur kız da, kısmet işi bu de.” diyor umutsuz sesiyle. Derdinin ağırlığını hissediyorum, O konuşurken karşımda; çökmüş omuzlarında taşıyamadığını anlıyor, “bir el atayım” diyorum ya, bakalım dinlerler mi beni? Hem ne diyeceğim, beni tanımazlar bile, nasıl ikna edeceğim onları?

“Bir düşüneyim bakalım.” diyerek ayrıldım yanından Ahmet'in. Pencereyi aralayıp güneşi görmüş gibi baktı ardımdan. O'na umut vermek istemiyordum ama umut isteyerek verilen ya da verilmeyen bir şey değil.

Eve gelip düşüncelere daldım. İnatçı çiftle neler konuşacağımı, ne diyeceğimi, olası karşı çıkışlarını düşünüp planlar yaptım. Ama işin içinden çıkamadım bir türlü. Ahmet, zavallı Ahmet, bu yaşta bile anne babasının ne düşündüğünü önemsiyor, onların itirazlarıyla yüreği burkuluyor, çaresiz kalıyordu. O'na cesaret vermekten öte ne yardımım olabilir ki? Anne ve babasıyla konuşmam boşuna bir çaba değil mi? Kendi çocuklarının isteklerine saygı göstermeyen bir ana babayı, ben nasıl razı edebilirim?

Umutsuzluğa düştüm bu noktada. Saklanmak, Ahmet'i unutmak, bu yükten kaçıp kurtulmak istedim. Ama bunu yapamam. Ahmet'in, içtiğim o güzel çayların hatırı var. Bakalım; hele bir akşam olsun. Gidip ihtiyarlara kendi öykümü anlatayım, kıssadan hisse çıkarmalarını isteyeyim. Umuda sarılalım şimdilik. Umuda, yaşam denizindeki can simidimize.


Cengiz Aladağ
14.02.2009 / 10.03.2009


"Allah, Allah!" Çok güzel bir öykü, tebrik ederim.

Ahmet'in ailesi ile ne zaman konuşacaksınız? Merakla bekliyoruz. Belki de Ahmet'ten daha fazla...