Mesajı Okuyun
Old 30-03-2002, 03:30   #3
seyyah

 
Neşeli otuziki kısım tekmili birden!...

doğru, tam da düşündüğüm gibi oldu... gerçi botu suyun üstüne koyana kadar vukubulan gelişmeler biraz cesaret kırıcıydı doğrusu ama olsun! bir kere botu, evden denize kadar olan yaklaşık 1000 metrelik yolda çantası içerisinde sırtlayıp taşımak gerekiyordu, hava inadına sıcaktı ve çantanın lastiği ile tenim arasında kalan tişortüm yolun çeyreğinde sırılsıklam oluverdi. çantanın bezden mamul askıları da omzumu epeyce acıtıyordu doğrusu.. neyse, sonunda sahile kan ter içerisinde de olsa vardık... ama daha çile bitmiş sayılmazdı... şimdi de o mevsimde oldukça kalabalık olan plajda hem kendim, hem bizimkiler ve hem de kocaman çantası içerisindeki bot için yer açmak gerekliydi. o tarihlerde sahilllerimizi yurtdışından düzenlenen ucuz turlar nedeniyle elin almanının muslukçusu, ingilizinin kanalizasyon temizleyicisi ve onların gürültücü aileleri istila etmişti. (yoksa şimdi de öyle mi?!) ama anlayışlı insanlardı doğrusu, en azından botun çantasının altında kalmak istemediler, hem bu kocaman ve beş-on kilometre öteden bile seçilebilen turuncu renkli (uçaklardaki kara kutuları da bu renge boyarlarmış, uzaktan seçilsin diye!) çantanın içerisinden ne çıkacağını biraz uzaktan seyretmenin daha doğru ve zararsız olacağını düşündüler ki, sahilde bana uygun bir yer açtılar. ben bir konser viyolonisti edasıyla çantayı zemine koydum, ipini çözüp ağzını gevşettim, çantadan ilk önce botun simsiyah kauçuktan pompası çıktı. etraftaki insanlardan bazıları gülümsemeye mi başladılar ne? neyse, aldırmadım, çantadan kürekleri çıkarıp yanıma koydum ve çantanın içinde sekize katlanmış olan botu da çıkardım, katlarını açtım, trabzon'da satıcı öğretmişti nasıl şişireceğimi, pompanın hortumunu botun üzerindeki siboplardan birine takıp başladım ayağımla pompanın üzerine basıp basıp çekmeye... bu pompayı biraz tarif etmek gerek yoksa birazdan olacakları imkanı yok algılayamazsınız. pompa şöyle bir şey, bir kere siyah renkli, söylemiştim, altın sarısı kumlar üzerinde pek bir kontrast duruyor doğrusu, tıpkı ters çevrilmiş bir tencere biçiminde, üstüne basıyorsun, hortumundan yaklaşık 0.5 atm basınçla püsküren hava bota doğru yollanıyor, tabii botun bütünüyle şişirilmesi için en az 300 kez ayağınızla basıp, sonra çekip, pompanın dışardan emdiği havayla dolmasını bir an bekleyip tekrar basmanız gerekiyor. tabii yorulup öbür ayağınızla devam etmeniz lazım ama en kötüsü, pompanın üzerine bastığınız anda o tuhaf, insanı kendinden şüphe ettiren, yahut da insiyaki olarak yanındakine baktıran bir ses çıkıyor: "zaaart, zaaartt, zart!" ilk "zaarrt" sesinden sonra manzarayı seyreyleyip gülümseyen turist takımı bu sefer gülüşmeye, hatta sinirleri bozulan bir kısmı ise gülmekten yerlere yatıp tepinmeye başladılar, çok az abartıyorum. ben ayağımın ortası ile mi, yoksa topuğu ile mi basarsam bu sesten kurtulurum diye çeşitli deneyler yaparken bunları görmek doğrusu moral bozucu idi ama azmetmiştim, botu denize indirecektim, pek aldırmadım. neyse sonunda bot şişip kendi biçimini aldıkça ses de biraz azaldı galiba, bu bozulan moralimi biraz olsun düzeltti ve daha bir şevk ve hırsla pompayı tekmelemeye devam ettim ve sonunda... botu içmeler'in havuz salınımındaki narin denizi üzerine koydum, şöyle elimle bir ittim, en az birkaç kulaç uzağa sürükleniverdi. nasıl da sessizce yol alıyordu, o kadar sevimli görünüyordu ki... seyre dalmışım. bu arada biraz önce gülüşenlere de şöyle zalimce bir bakış fırlatmanın tam sırasıydı. ama sonra bota yetişip, yarı belime kadar suya batmışken üzerine çıkmak epey zor olduysa da neticede başardım, biraz acemice de olsa kürekleri lastik ıskarmozlara taktım ve aynı anda ikisine birden asıldım, ne de olsa kürek çekmeyi gençlik parkı'nda hayta günlerimizde iyi öğrenmiştim, unutmamışım.. işte, bot hem de üzerinde ben varken denizin üzerinde arkada küçük bir iz bırakarak süzülmeye başlamıştı bile. tabii bu küçük izi takip edeyim, başımın ağrısı dinecek derken, plajda bir iki şahsın kafasına kürek vurup özür dilemek zorunda kaldım, hatta bir ikisi de botun altına girip çıktılar, ama sonunda azmin elinden hiçbirşey kurtulmuyor, sığ suları aşıp önce koyu yeşil ve sonra da derin maviliklere varmıştım bile... kürekleri bıraktım, botun arka tarafındaki şişme yolcu minderinin üzerine oturup ayaklarımı tıpkı bodur bir iskeleden ayaklarını suya sallandıran çocuklar gibi maviliğe bıraktım... ufff, işte huzur!... ama aynı zamanda galiba yalnızlık hissi, biraz da bilinmeyenden ürkmek... denizcilerin sefere çıkarken karaya niye öylesine dalgın dalgın baktıklarını şimdi anlıyordum... karışık... deniz ne kadar da berrak ve ılıktı, adeta bir akvaryumu seyreder gibi öylece bir süre alttan zaman zaman sürüyle geçen irili-ufaklı balıkları seyre koyuldum. ama tam da şimdi bir sigara iyi giderdi doğrusu; o tarihlerde maltepe sigarası ile zehirlenmeyi seçmiştim, ne olur ne olmaz, ıslanır diye de çakmağı sigara paketinin arasına koymuştum (hayret, henüz farkettim, şimdilerde bir alışkanlık haline gelen bu hareket demek o zamandan kalmaymış), evet işte botun üzerinde sigaradan ilk nefes, tam da fotoğraflık bir keyif, kendimi boğaz vapurunun güvertesinde denizi seyredip sigarasıyla yarenlik edenler gibi hissediyordum... bu keyif epeyce sürdü... ne iyi etmiştim bu botu almakla, kendimi kutlayıp sahilde bıraktığım eşimle kızıma el sallıyordum. bu sefer de denizcilerin niye sahilde bıraktıklarına gülümseyerek el salladıklarının ayırdına vardım. tam kendimi bu hoşluğa kaptırmışken, birdenbire, botun altından nefes almak için deniz yüzeyine çıkan bir balina peydah oldu adeta... ne oluyor demeye kalmadı, ikinci bir darbe, bot adeta ikiye katlandı, baş tarafı iyice havaya doğru meyletti, kıç tarafı ise benimle birlikte denize batıp çıktı... ben etrafta balina ararken, onun yerine kuğu zerafetinde ama yarımyol giden bir yatın benden biraz uzakta açığa doğru yol aldığını gördüm... benim balina darbesi sandığım şey meğerse bu yatın akıntısından başka birşey değilmiş... böylelikle ilk dersimizi almış olduk, hem de ilk hayal kırıklığı yaşandı tabii... bana kalsa, o botla rodos'a falan giderdim, hem hep öyle hikayeler duymamış mıydık, hani iki kürekli küçük bir sandalla dünya denizlerini dolaşanlar filan!... nerdee, demek bizim trabzon pazarında gözümüze kocaman görünen ve biraz önce bir türlü şişmek bilmeyen bot pek de öyle büyük ve dalgaya dayanıklı değilmiş... ama olsun, karşıdaki eşek (yoksa keçi miydi?) adasına da mı gidemezdim yani?!..
adaya yolculuğu da bir başka akşam anlatırız artık...
saygı ve sevgiyle...