Mesajı Okuyun
Old 11-02-2006, 22:59   #4
Merhaba

 
Varsayılan

Merhaba,

Sayın İbrahimbey,

Teoriniz üzerindeki görüş ve düşüncelerimi belirtmeden önce yazınızın başlangıcında dile getirdiğiniz bir görüşe yanıt vermek istiyorum.

“ Modern ülkelerde, (ki Türkiye’nin bölge olarak büyük bir bölümü de buna dahildir”, kadın erkekle eşit bir birey olarak görülmektedir. Bu ülkelerde, kadınlar hiçbir haktan ya da statüden sırf “kadın” olmalarından dolayı mahrum edilmemektedirler ” şeklinde bir açıklamanız var.

Gerçek bu mudur? Böyle olduğuna içtenlikle inanıyor musunuz.?

Salt Türkiye örneğinde, çeşitli biçimlerde kadına yönelik şiddet yüzde yetmişlerin üzerinde iken, Türkiye genelinde menkul ve gayrimenkul değerlerin yüzde doksanından fazlası salt erkeklere aitken, fiili olarak yarattığımız ve dayattığımız bir tutumla, ortak yaşamda onlara yüklediğimiz tüm ev işleri sorumluluğu, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi sorumluluğu ile, hele bir de çalışıyorlar ise, kendileriyle ilgilenecek zamanları bile kalmıyorken, görüntüde, salt görüntüde var olan açıkladığınız bu durum ne kadar gerçek ve inandırıcıdır.?

“Kadın Dünyası” BİZLERİN TELEVİZYON DİZİLERİNDE VE REKLAMLARINDA İZLEDİĞİMİZ DÜNYA DEĞİLDİR !!!

Anadolu’nun bir çok bölgesinde yaygın biçimde tarlalarda kadınlar çalışır. Onlar bir bütün gün yaz sıcaklarında kavrulurken, beyler kahvehanelerde oyun oynamakla ve dedikodu yapmakla zaman geçirirler. ( En az üç bölgede, Marmara, Ege, ve Karadeniz bölgelerinde kişisel gözlemlerim bunu tamamen doğruluyor.Diğer bölgelerde de benzer durumların varlığı, konuyla ilgili araştırma ve kaynaklar tarafından doğrulanıyor.)

Akşam bitkin olarak eve dönen kadını, bir de evdeki işler bekler.Yemek yapacaktır, çamaşır yıkayacaktır, ortalığı toplayacaktır. Ve yetmezmiş gibi, hiç itiraz hakkı olmaksızın, akşama kadar tembellikle vakit geçiren “herif “ in “keyfine” amade olacaktır.

Büyük şehirlerin varoşlarında, okuma olanaklarından ya ekonomik nedenlerle, ya da ailenin baskıcı tutumları nedeniyle mahrum bırakılmış yüz binlerce genç kız, tekstil atölyelerinde, ya da benzeri işyerlerinde, çoğunluğu sigortası bile olmaksızın, günde on, on iki saat çalıştırılmaktadır.

Fırsat eşitliğinin fiili olarak sağlanmadığı bir yerde, “ Salt kadın olmaktan ötürü hiçbir haktan ya da statüden mahrum edilmemektedirler” demek, yalnızca bu eşitsiz durumu yaratanların “kadını sömürmeye” dayalı genel felsefelerine uygun bir düşünce ve savunu olabilir.

Teorinize gelirsek, açıklamalarınız “teori” olabilecek nitelikte “yeni ve bilimsel olarak ispatlanabilir” söylemler içermiyor. Olsa olsa, insana ait bazı biyolojik ve yaşamsal fonksiyonlarla ilgili olarak, sistematiği ve kendi içinde tutarlılığı ve bütünlüğü olmayan, kısmen doğru, büyük ölçüde eksik ya da yanlış bir “görüşler topluluğu” olarak adlandırılabilir.

Yazınızda söz ettiğiniz “Tanrısallık” ve “kutsallık” gibi kavramlar bilimselliği olan kavramlar değildir. Erkeğin cinsel fonksiyon ve buna bağlı davranışlarına yönelik tutumunun temelini bu kavramlar üzerine oturtmak, maksadınız bu olmasa dahi, bu konudaki erkek tutumunun her türlüsüne ( cinsel taciz, hatta tecavüz de dahil) “anlaşılabilir ve mazur görülebilir” bir kılıf uydurmak anlamına gelir. Sonuçta bu, “biz erkekler potansiyel tacizcileriz, uyaranlarımız ise kadınlardır” şeklinde tercüme edilir.

Böyle bir teorinin nihai amacının “Kadına yönelik cinsel tacizi “ meşrulaştırmaya, ve bu “erkek” tutumunun sorumluluğunu da kadına yüklemeye çalışmak olduğunu görmek, bende, tartıştığımız bu alanda çok farklı kulvarlarda yürüdüğümüz düşüncesini pekiştiriyor.


“Yaşamı yaşarken, kendisinin geliştirdiği, akıl, fikir, ahlak, vicdan, adalet vs. süzgeçlerini devreye sokar ve normalde yaşayabileceği, isteklerini sınırsızca tatmin edebileceği hallerin bir çoğundan feragat eder, sınırlar. Cinsellik de bunlardan biridir.”
şeklindeki ifadenizde:

“Feragat” kişinin kendi istek ve iradesiyle bir “haktan” vazgeçmesi anlamına gelir.

Yukarıdaki söyleminizden, erkeğin, cinselliğini istediği yer ve zamanda istediği kişiyle (karşı tarafın rızası olmasa dahi) yaşama hakkı olduğu halde, akıl, fikir vs. süzgeçlerini kullanarak bu hakkından “feragat” ettiği şeklinde bir sonuç çıkıyor. Yanlış mı anlıyorum?

O halde, bu süzgeçleri kullanmayanlar bu haklarını kullanarak “tacize yelteniyor, ya da fiili olarak taciz ediyor”

Akıl, fikir, vicdan, ahlak, vb. kavramlar göreceli kavramlardır, bu kavramlar üzerinde kişisel serbesti ve özgürlük kurgulanamaz. Burada da hukuk devreye girer ve yasaları koyar. Yasalara göre de “taciz” suçtur.

“Cinsiyet biyolojisi” ve “cinsellik psikolojisi” üzerine yapılmış yüzlerce bilimsel çalışma ve yazılmış yüzlerce kitap var. Genel değerlendirme, varlığın ve soyun devam etmesi için, insan gereksinimlerinin karşılanmasına çoğunlukla bir hazzın eşlik ettiği, cinselliğin de bunlardan birisi olduğu, ancak cinselliğin günümüz modern toplumunda temeldeki bu amacın dışında anlamlar kazandığı, ortak arzu ve istemlerle paylaşılan bir haz sürecinin yaşanması olarak geliştiği şeklindedir. Buradaki temel vurgu cinselliğin “ortak arzu ve istemlerle” paylaşılmasıdır.

Bu eylemi tek yanlı bir dayatmayla gerşekleştirmeye kalkışmanın adı da “cinsel taciz ya da tecavüz” dür. Bu konuda erkeğin kendi biyolojik dayatmasını gerekçe göstererek kontrol mekanizmalarını devre dışı bırakması ve bu konuda “kadının” yardımcı olmasını istemesi, olsa olsa, kendisini engellemek anlamında değil, karşılık beklemek şeklinde algılanabilir.

***

Burada değinmeden geçemeyeceğim bir konu da şu:

Belli bir yaşa gelmiş hangi erkeğe sorulsa, mutlaka en az bir kez “aşık” olduğunu söyler. “Aşk” kavramı ve buna dayalı insan “duygusu” her zaman yüceltilirken, edebiyatın, sanatın ve şiirin temel unsurları olarak son derece zengin bir “malzeme” olarak kullanılırken, erkek için aşkı sembolize eden ve sembolden aşkın gerçek kimliğine dönüşen kadın, yine aynı “erkek” tarafından tarih boyunca kimliksiz bırakılmış, aşağılanmış ve hor görülmüştür. Bunun adı tutarsızlıktan öte “ikiyüzlülük” değilse nedir?

Bu konuda bu güne bakarken ve değerlendirme yaparken, tarihsel geçmişe de kısaca göz atmakta yarar olduğunu düşünüyorum.



"*** Tarihi Gelişim Sürecinde Kadının "Kimliksizlik" Sorunu: ***"

"Toplumların tarihlerinde kadın anlayışının niteliğini, kadının değerini, kadına biçilen rolleri, kısaca toplumdaki yerini günümüz toplumlarının geçmiş geleneklerinden örneklerle kısaca ortaya koymaya çalışalım.

Eski Hint geleneğinde kadın, erkeğin mutlak egemenliği altında yaşıyordu. Hint kadını erkeğine kayıtsız şartsız itaat ve sadakat göstermek zorundaydı. Beşerî işlemlerde kadının belirleme ve tercih hakkı yoktu. Kocası ölen kadın, çoğu yerde kocası ile birlikte yakılıyordu. Mirası, kocasının akrabaları olan erkeklere, akrabası olmadığı takdirde din adamlarına terk ediliyordu. Dul kalanlar ise, ölünceye kadar evlenemiyorlardı. Dönemin din anlayışına göre kadın, kötünün sembolüydü; gerektiği zaman tanrılar için kurban edilebilirdi.

Eski Çin ve Japon geleneğinde kadının değeri, kocasına ve kocasının akrabasına olan hizmeti ile ölçülüyordu. Erkek, ailede mutlak hakimdi. Kadın, ıslah edilmesi gereken bir varlık olarak değerlendiriliyordu. "Madem karını sabahleyin dövdün, öğleyin de niçin dövmeyeceksin ki?!" şeklindeki Çin atasözü, bu dönemdeki anlayışı çarpıcı biçimde yansıtması bakımından burada zikredilmeye değerdir.

Eski Yunan ve Roma geleneğinde kadın, alınıp satılan veya devredilen bir eşya hüviyetini taşıyan; kötülüğün kaynağı; yaratılışta eksik kalmış sıra dışı bir varlık olarak kabul ediliyordu. Ancak kadının asıl konumunu, cinselliği tayin ediyordu. Afrodit ya da Roma'daki adıyla Venüs, cinselliğin tanrısal bir boyuta ulaştığının açık bir göstergesidir. Psikanalizin kurucusu Freud'un düşünce merkezini teşkil eden "Libido-Haz Prensibi"ni Yunan mitolojisi ile desteklemesi bir rastlantı değildir.

Kadının ruhlu mu ruhsuz mu olduğu, şeytan olup olmadığı konusu ortaçağ filozoflarının tartıştığı konular arasında yer alıyordu.
Roma sarayları, cinsel fantezilerin ve aşırılıkların zirve noktasına ulaştığı mekanların başında geliyordu. Cinselliği belirli ölçülerde sınırlayan Hrıstiyanlık Roma'da yaygınlaşmaya başladığı sıralarda, Hrıstiyanlığa yeni girenler, "insanlık düşmanları" olarak takdim edilip işkenceler eşliğinde katlediliyorlardı.

İslam öncesi müşrik geleneğinde kadın, diğer toplum örneklerinde görüldüğü gibi velayet ve miras hakkından mahrum bırakılmıştı. Kız çocukları toplumun yüzkarası sayıldığı için insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir tarzda çoğu zaman diri diri gömülmek suretiyle öldürülüyorlardı. Akrabalık, sadece erkeğin soyuna dayanıyordu. Hür ve soylu olmayan kadınlar cinsel meta olarak sömürülmekteydi.

Genel olarak özetlersek insanlığın tarihsel sürecinde kadın:

- Ya ölmüş kocasıyla birlikte gömülmek zorunda kalacak kadar erkeğe bağımlı kılınarak, kocasının hakimiyetine mahkum edilmiş;

- Ya bütün hayatı işgücü, cinsellik, üreme gibi birtakım dar kalıplar arasında sıkıştırılarak sınırlandırılmış;

- Ya da temel nitelikleri bastırılarak, toplumdan soyutlanmış, kimliksizleştirilmiş ya da varoluş mücadelesi dahilinde hak etmediği bir kimliği kabul etmek zorunda bırakılmıştır.”

(Tarihte ve Günümüzde Kadın, Dç. Dr. Abdülkerim Bahadır, Mayıs 2005)

***

İslam Tarihi boyunca da kadının durumu İlhan Arsel' in “Şeriat ve Kadın” isimli kitabında ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Bu tartışma alanlarına kitaptan alıntılar yapmak “din” tartışması gibi, bu sitede yeri olmayan bir alana kaymak riskini taşıdığı için bundan imtina ediyorum.

“ERKEK, “FİKİR, AHLAK, VİJDAN, KÜLTÜR VS.” AÇILARINDAN GELİŞTİKÇE; DOĞAL YAŞAMDAN GELEN HOYRATLIĞINI, GÜCÜNÜ VS. SINIRLADIKÇA, FİLTRELENDİRDİKÇE, SÖZ KONUSU SORUNLAR, KADINA YÖNELİK SALDIRILAR AZALACAK, YOK OLACAKTIR.”

Yukarıdaki açıklamanız için, bunun gerçekleşebileceği zamana dair, yaklaşık ta olsa bir tarih vermek mümkün mü.? Kadınlar, söz konusu sorunların ve kendilerine yönelik saldırıların ortadan kalkması için, erkeğin binlerce yıldır devam eden ve bir türlü tamamlanamayan bu “evrim” ini mi bekleyecekler.? Erkekler olarak şimdi, hemen şimdi yapabileceğimiz bir şeyler yok mu …?

Saygılar.

( Sayın Gemici’ ye düşünsel katkılarından ötürü teşekkür ediyorum.)

Merhaba.