Mesajı Okuyun
Old 04-05-2003, 14:02   #3
ege

 
Varsayılan

Tarih boyunca insanoğlu, hayatın etkinliklerini düzenlemek için, bir referans çerçevesi kurma gereksinimi duymuştur. Günlük varoluşun nedenlerini, nasıllarını açıklamak ve düzenlemek gereksinimi, her toplum kültürünün temel etkeni olmuştur. Bir toplumun dünya görüşünün en ilginç yönü, çoğunluk için, o toplumun tek tek mensuplarının, söz konusu dünya görüşünün, davranışlarını ve çevrelerindeki gerçekliği anlama biçimlerini nasıl etkilediğinin bilincinde olmamalarıdır. Bir dünya görüşü, çocukluktan itibaren sorgulanmaksızın devam edecek biçimde benimsetebildiği ölçüde başarılıdır.

Modern dünya görüşümüz 400 yıl önce şekillendiği ve o zamandan beri ilk anlayışının çoğunu sürdürmektedir. 17. yy Newton’cu dünya makinesi paradigmasının tesiri altında yaşıyoruz.

Artık, düzenleyici tarih çerçevesi olarak Newton’un dünya makinesinin yerini alacak yeni bir dünya görüşü doğmak üzeredir; Entropi yasası, tarihin gelecek döneminde, hakim bir paradigma olarak yer alacaktır.

Entropi yasası, termodinamiğin ikinci yasasıdır. Birinci yasa, evrende, madde ve enerjinin daimi olduğunu, yaratılamayacağını veya yok edilemeyeceğini açıklar. Sadece şekil değişir, fakat öz, asla... İkinci yasa, Entropi yasası; madde ve enerjinin sadece bir doğrultuda değiştirilebileceğini bildirir. Yararlanabilenden yararlanamayana, geçerliden geçersize veya düzenliden düzensize doğru. İkinci yasa, tüm evrende her şeyin bir yapı ve değer ile başladığını ve değiştirilemez biçimde, rastgele kaos ve tükenme doğrultusunda gittiğini söyler. Entropi, evrenin alt sistemlerinden birisinde elde edilebilen enerjinin, elde edilemeyen forma dönüştürülmesinin ölçümüdür.

Her dünya görüşünün mimarları vardır. Mekanik dünya görüşünün mimarları: Francis Bacon, Rene Descartes, Isaac Newton.

Bacon, Antik Yunan dünya görüşüne sert bir saldırı yaparak, Platon, Aristotales ve Homeros’un çalışmalarını, sadece “tartışmalı bilgi” olarak küçümsedi.

Yunanlılar için bilimin amacı, olguların metafiziksel “niçin”ini sormaktı. Bacon ise, bilimin olguların “nasıl”ına adanması gerektiğini düşünüyordu. Bacon, yeni bilimsel yönteminde, gözlemciyi, gözlenenden ayıracak ve nesnel bilginin gelişimi için tarafsız bir forum sağlayacaktı.

Descartes, dünyayı anlamamızı, gizli şifrelerini kodlayabilmemizi ve bunu insan amaçlarına uygun olarak kontrol etmemizi sağlayacak anahtarı bulacaktı: Matematik...

Descartes, tüm doğanın, hareket halindeki basit bir maddeye döndürülmesini başardı. Tüm niteliği, niceliğe indirgemeyi becerdi ve ardından inançla, sadece uzay ve konumun önem taşıdığını ilan etti.

Yunanlılar’ın tarihi ilerleyen kaos ve çürüme olarak görmesi matematik dışıydı ve bu yüzden lanetlendi. Eğer, kişisel bir Tanrı sürekli olarak olaylara müdahale ediyorsa, nasıl olur da bir kişi doğa düzeninin dinamiğini kesinlikle bilebilirdi? Bir dünya görüşü olarak işler görebilmek için mekaniksel paradigma, her şeyin başında bütünüyle kestirebilir olmak zorundaydı. Bu yüzden Tanrı, kibarca sahneden emekliye ayrıltıldı. Tabii önceleri tüm taslağı yapan ve onu harekete geçiren “Ulu Matematikçi” olarak takdir edildi. Ancak sonunda yeni paradigmanın sarhoşluğuyla Tanrı, tamamen unutuldu.

Descartes, insanoğluna dünya gerçekliğini yağmalayıp onun efendisi olabileceği inancını verdi. Ardından Newton, bunun yapılması için gereken aletleri temin etti.

Newton, mekanik hareketin tasviri için matematiksel yöntemi keşfetti. Mekanik dünya görüşü, matematikle ölçülen tek şey olduğu için, hareket halindeki maddeyle ayrıntılı olarak ilgilendi. Bu mekanik dünya paradigmasının mimarları, hayatın tüm niteliklerini, bir parçası olan niceliklerinden ayırıp ortadan kaldırmakla, tamamı ile cansız maddeden yapılmış, soğuk ve atıl bir evrenle karşı karşıya kaldılar.

İnsanların düzensiz davranışları ve devletin mükemmel işleyememesi bu paradigmaya uymuyordu. Çözüm bulundu: Toplum, evreni yöneten doğa yasalarına bağlanmalıydı. İnsanlık, artık hayatta yeni bir gayeye sahipti. Ortaçağın ahiret hayatında kurtuluş arama amacı gitmiş, onun yerine, bu dünya içinde mükemmellik arama fikri gelmişti. Tarih, bu paradigmayla sunulan, iyi düzenlenmiş ve tamamıyla önceden kestirilebilen bir konuma doğru gelişen bir yol olarak görünmekteydi.

Evrensel yasalar ve toplum mekanizması arasındaki ilişkiyi bulmak için John Locke, devlet ve toplum işleyişini dünya makinesi paradigmasıyla aynı çizgiye getirirken, Adam Smith bu görevi ekonomi için yaptı.

Locke’un ulaştığı cevap şöyleydi: Toplumun tabii yasaları ihlal ediliyordu; çünkü sosyal düzen uzun zarardır. Dünyaya hükmeden ilahi merkezcilikten kaynaklanan geleneklere ve adetlere dayanıyordu. Locke, Tanrı tanım gereği bilinemeyeceği için, dinin toplumun yapısını oluşturamayacağı sonucuna vardı. Böylece, dinin, kişinin özel konusu olabileceğini, fakat toplumsal etkinlikler için temel olamayacağını ilan etti. İnsanı evrende yapayalnız bıraktı. Locke’un formülasyonunda, devletin yapılandırılacağı tek temel, saf kişiler çıkar olmalıydı.

Locke ile birey, anlam ve amaç bulmak için hazcı üretim ve tüketim etkinliklerine indirgenmiştir.

İnsanların ihtiyaç ve arzuları, hayalleri ve dilekleri maddi-şahsi çıkar anlayışıyla sınırlandırıldı.

Adam Smithde ekonominin de bazı kurallara uyması gerektiğini ileri sürdü. Prensibi, hükümetin, sanayi ve ticari işlerine müdahale etmemesiydi. Smith, insan faaliyetinin esasının maddi çıkar olduğuna inanır. ?ahsi çıkarın önüne toplumsal engeller çıkartılmamalıdır. Böylece, ekonomiden ahlak fikrini çıkarır. Smith’e göre yapılması gereken ahlaki seçimler yoktu, sadece şahsi çıkarını kollayan kişilerce yapılacak faydacıl yargılar vardı.

Mekanik dünya paradigması en büyük zaferini Charles Darwin’in biyolojik evrim teorisinin başarısızlığıyla yaşadı. Herbert Spencer gibi toplum filozofları, evrim teorisinden mekanik dünya görüşünü yasallaştıracak biçimde istifade etti. Doğal ayıklanma kavramını, en uygun olanın varlığını sürdürebilmesi kavramına dönüştürdüler.

Yaşamlarını sürdürebilmeyi başarabilen ve bunları kendi torunlarına geçirebilen sadece maddi çıkarlarını en iyi biçimde koruyabilirlerdi. Evrim, giderek geliştirilen düzen süreci olarak görüldü.

Mekanik çağ, ilerleme görüşüyle vasıflandırılır. İlerleme, doğal dünyanın dışında, asıl konumunda var olduğundan, daha büyük bir değer yaratmaktır. Mekanik dünya görüşü, beslendiği enerji çevresi tükenmeye yaklaştığından canlılığını yitirmeye başlamıştır.

Entropi Yasası

Termodinamiğin her iki yasası şöyle özetlenebilir: Evrenin toplam enerji muhtevası sabittir ve entropi sürekli artmaktadır.

İfade edilen, enerjinin yaratılması ve yok edilmesinin imkansız olduğudur. Yapabileceğimiz, enerjinin bir formdan başka bir forma dönüştürülmesidir.

Entropi, artık işe dönüştürülemeyen enerji miktarının ölçümüdür. Entropi artışı, “elde edilebilir” enerjide bir azalışı ifade eder.

Kapalı bir sistem içinde, enerji seviyelerindeki fark her zaman dengelenme eğilimindedir. Enerji seviyelerinde fark bulunmaması durumuna denge hali denir. Denge hali, entropinin, iş görebilmek için elde edilebilir serbest enerjinin bulunmadığı maksimumdur.

Dünya üzerinde iki tür elde edilebilir enerji kaynağı bulunmaktadır: Yeryüzü stoğumuz ve güneş ışınları. Dünya üzerinde maddi entropinin sürekli olarak arttığı ve nihai olarak maksimuma ulaşmak zorundadır. Bu durum, dünyanın evrenle ilişkisinde kapalı sistem olmasından kaynaklanır. Entropi yasası, doğadaki her şeyin sadece kullanılabilir olandan kullanılamayan hale dönüştürüleceğini belirtir. Locke ve diğer mekanik paradigma mimarları dünyanın gerçekte, kaostan düzene doğru ilerlediğini ileri sürdü. Zaman gerçekte olduğundan doğanın hızla dönüştürülmesi gerektiğine karar kıldılar. Bu görüş bütünüyle mahsurluydu.

Zaman sadece iş gerçekleştirebilecek elde edilebilir enerjinin var olduğunda sürebilecektir. Evren, elde edilebilir enerjiyi tükettikçe, giderek daha az “gerçek” zamanın kaldığı ve oluşumların azaldığı görülecek. Zamanla, ısı ölümünün nihai denklik “gerçek” anı geldiğinde her şey oluşumunu durduracaktır ve böylece zaman artık beliren bir şey olmayacağından, duyumsanılan an olmayacaktır. Öyleyse enerji harcandıkça zaman tükenmektedir.

Yüksek entropi kültüründe, yaşamın ağır basan amacı, maddi servet yaratmak ve düşünülebilen her insani arzunun tatmini için yüksek enerji akışı kullanmaktır. Dolayısıyla, insan özgürlüğü, daha fazla servet birikimiyle denk tutulur. Büyük ödül, zenginliklerini çıkarmak için çevrenin dönüştürülmesine verilir.

Yüksek entropili materyalist değer sistemi, Tanrı’yı toplumdan çıkararak dünyada cenneti kurmaya kalkıştı. Bunu yaparken de insanı evrenin merkezine yerleştirdi ve var oluşumuzun mutlak amacını, ne kadar iptidai olursa olsun her türlü maddi arzumuzu doyurma diye niteledi. “Hakikati”, ölçülebilecek, nicelleştirebilecek ve sınanabilecek olanlara indirgedik. Nitelikli, ruhi ve metafizik olanları inkar ettik. Her yana yayılan bir ikinciliğe baktık. Akıllarımız bedenlerinden koparıldı. Bedenlerimiz de “etrafımızdaki” dünyadan... Tüm değerlerin üzerinde, maddi ilerleme, verimlilik ve uzmanlık kavramlarını kutsadık. Süreç içinde, aile, cemiyet ve geleneği yok ettik. Fizik etkinliğimizin ötesindeki her sınırın üstesinden gelme yeteneğimize inancımız haricinde, tüm mutlak değerlerimizi geride bıraktık. Oysa bir organizma, kendi atıklarının ortasında uzun zaman yaşamaz.

Düşük entropi toplumunu tanımlamadan önce dikkatimizi asli ilkelere, hayatlarımıza anlam ve yön veren en temel değerlere yöneltmek zorundayız. Zamanımızın en acil gereksinimi; insan nedir? Nereden gelir? Hayatın amacı nedir? Sorularına açıklık getirecek üstün bir çaba ve metafiziksel bir yeni yapılandırma olmalıdır. Bunlar var oluşun temel sorularıdır. Bu temel soruları mekanik dünya görüşü, kendi açıklamalarına uymadığı için, “bilim öncesi” diyerek es geçmiştir.

Büyük dinlerin hepsinde var olan geleneksel bilgeliğin, uzun süreler boyu, insan yaşamını nihai amacının maddi arzuların tatmin edilmesi olmadığını evrenin metafiziki birliğiyle bütünleşmekten kaynaklanan özgürlük tecrübesi olarak düşünüldü. Hedef “bizi özgür kılacak hakikat”i sunmak; gerçekten, kim olduğumuzu bulup kendimizi tanımak; tüm var oluşu bir arada tutan mutlak ilkeyi tanımlamak; Tanrı’yı tanımaktır. Bunu bilmek, varlığımızın ve yaşamımızın bu aşkın hakikate uygun olarak düzenlenmesinin temelidir. Bu geleneksel bilgeliğe bağlanmadan doğan insanın tekamülüdür.

Amacımız, sadece maddi olanı, Tanrıyı tefekkür ederek aşmaksa sahiplenme ve tüketim, dikkatimizi geçici, dünyanın sürekli değer yitiren enerjisine yönelterek sadece yaşamlarımızı darmadağın etmeye yarar. Sahip olduklarımız, bizi sahiplenmeye başlar. Onlara bağımlı hale geliriz. İleride bizden alınmalarından korkarız. Kendimizi, kim olduğumuzla değil, nelere sahip olduğumuzla tanımlıyoruz.

Yüksek entropi toplumunda iş laikleşmiştir; saat ve verimle bölünür ve ölçülür ve aşkın bir anlama sahip olamadığı için çalışanın üzerinde bir yüktür.

Düşük entropi toplumunda insan emeği, “gerçekten kim olduğumuzu bilmeye” yardımcı bir faaliyet olarak kutsanır. Böylece, işe yüklenilen pozitif bir değer bulunur.

E. F. Schumacher, bu değerin üç aşamalı olduğunu söyler: “Kişiye kendi yeteneklerini kullanma ve geliştirme fırsatını vermek; ortak bir görevde diğer insanlarla birleştirerek ben merkezciliğini aşmasına yardımcı olmak; ve varlığını sürdürebilmesi için gerekli eşya ve hizmetleri sağlamak.

Mevcut mekanik dünya görüşünden kendimizi koparabilmek için yapılması gereken ilk kurul, bizim kendimizi dönüştürmemizdir. Eski düşünüş ve davranış tarzımızı ebediyen bir yana bırakıp yeni entropik dünya görüşünü üstlendiğimizde, kültürümüzü ilerletme ve yeniden yapılandırmaya hazır olabiliriz.

Bunun için, bilim, eğitim ve din yeniden tanımlanmalıdır.

A. Adem GİRGİN