Mesajı Okuyun
Old 29-04-2003, 00:54   #10
Nusret

 
Varsayılan IRAK HALKI DİRENİYOR!

Av. Fahri Alimoğlu adlı meslektaşımızın (Ki merak ettim, sitedeki bilgilerine baktım; 1987 İ.Ü. Hukuk Fakültesi mezunu olduğunu öğrendim. Yazık, yıllarca da birlikte okumuşuz!) mesajını, gerçekten de Ayten arkadaşımızın dediği gibi üzüntüyle, ama aynı zamanda ibret ve kızgınlıkla okudum. Kimse kusura bakmasın, ben, bu mesajı yazan kişiye Ayten arkadaşımız gibi kibar davranmayı düşünmüyor, bu ve benzeri mesajlar nezdinde dile gelen cahillik ve kolaycılığı yerden yere vurmak istiyorum.

Bu avukatın mesajı daha baştan yalan yanlış bilgiler içeriyor. Diyor ki, bunlar “1. Dünya Savaşı’nda ‘Osmanlı’dan kurtardılar’ –yani kendilerini- diye İngilizler’in elini öpenlerin torunlarıydı bugün Amerikalılar’ın elini öpenler” dir. Kendi Kurtuluş tarihimize bakacak olursak, bizde de nihai hedefi milli kurtuluş olup da buna nasıl ulaşılacağı konusunda farklı yöntemler, ideolojiler, siyasetler izleyen birçok kişi, kuruluş ve parti olduğunu görürüz. Bir yanda siyasi bağımsızlık düşüncesini savunanlar olduğu gibi diğer yanda ancak yabancı güçlü bir devletin koruyuculuğunda “uygarlık yolunda biraz adım attıktan sonra” kurtuluşun ve siyasi bağımsızlığın mümkün olabileceğini savunanlar da vardı. Hatta bağımsızlıkçılar dahi ikiye ayrılıyordu. Bir yanda ideolojik gıdasını Sovyet Ekim Devrimi ve Marksizm’den alan ve sadece Osmanlı feodalitesine karşı değil aynı zamanda emperyalizm ve kapitalizme karşı da bağımsızlığın sağlanması gerektiğini düşünen Yeşil Ordu, Kuvvayi Seyyare, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası, Türkiye Komünist Partisi –Resmi TKP değil- vardı. Diğer yanda da ideolojik gıdasını Magna Karta’lardan beri süregelip 1640-60 Crommwell Devrimiyle devam eden ve nirengi noktasına 1789 Fransız Devrimi ile ulaşan burjuva ideolojisine ve Jakobenizm’e –aslında daha ziyade Bismarkçılık’a- dayanan Kuvvayı Milliye ve çeşitli Müdafaai Hukuk Cemiyetleri. Bu iki toplumsal safın yanısıra, önceleri Fransız Devrimi’nin, sonraları da Ekim Devrimi’nin beslediği ve örnek olduğu “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” na karşı olarak o dönemde emperyalist ABD başkanı Wilson’un formüle ettiği 10 maddelik prensipler doğrultusunda henüz siyasi bağımsızlığını kazanamamış ulusların, daha doğrusu uluslaşma sürecini de daha tam olarak tamamlayamamış toplumların öncelikle büyük bir devletin himayesinde bir süreç yaşaması düşüncesini savunanların da az olmadığını, bu anlamda kimilerinin Büyük Britanya Devleti’ni, kimilerinin de ABD’ni tercih ettiğini biliyoruz. Örnek vermek gerekirse, çok bilinen bir örnek olduğu için Halide Edip Adıvar ile kocası Adnan Adıvar’ın adını vermek yeterli olur sanırım. O Halide Edip ki, işgal altındaki İstanbul’da bağımsızlık nutukları atmış, kurtuluş mücadelesi başlayınca Anadolu’ya geçmiş ve karınca kararınca faydalı olmaya çalışmış samimi bir insan olduğunu tarih yazmaktadır.

Şimdi sayın avukatımız, her ne kadar tavırlarının dereceleri arasında esaslı farklar var ise de, Iraklı’nın yüzüne tükürdüğü gibi Halide Edip’in de mi yüzüne tükürecektir.

Öte yandan şu “Osmanlı’ya karşı çıktılar”, “İngiliz ile birlikte arkamızdan hançerlediler”, “Kalleş Araplar” vb. vb. laflara da hasta oluyorum vallahi. Yahu entelektüllerimiz bile böyle olursa cahillerimiz niye "ters"lemesin. İmam – cemaat meselesi…

Herşeyden önce şu Osmanlı bağımlılığından kendimizi kurtaramazsak düşünce bazında daha çok fire veririz. Aslı astarı Osmanlı Devleti feodal, emperyal bir devletti ve milleti yoktu. Millet, ulus denilen toplumsal kategori, insanlığın toplumsal ve iktisadi gelişmesinin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış tarihsel bir olgu, toplumsal bir kategoridir. Ortaya çıkması da kapitalizmin ortaya çıkmasına paraleldir. Bu uzun konuya burada girmeyeceğim, ama bu iddiamı teyit için niye iktisaden gelişkin olan toplumların milli devletlerine daha önce sahip olabildiklerini, geri olan toplumların ise, geçmişteki biz ve şimdiki Irak, daha doğrusu Arap toplumu gibi ulusal kurtuluş ve ulusal devlete niye tarihin daha geç bir döneminde erişebildiğimizi, hatta bazılarının hala erişmeye çalışıp bazılarının da erişemedikleri sorusunu sormakla yetineceğim. Buradan bakınca bünyesinde birçok ulusun nüvesini veya olgunlaşmış halini taşıyan Osmanlı Devleti, Çarlık Rusyası, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu vb. gibi feodal büyük devletlerin burjuvazinin tarih sahnesine çıkması, kapitalist emperyalist devletlerin meta ve sermaye ihracının zoru ve kapitalizmin gelişmesi ve yayılması ihtiyacıyla birlikte parçalanmasından, bu irili ufaklı birçok halkın 1789 Fransız Devrimi’nin Avrupa’ya, Ekim Devrimi’nin de Asya’ya yaymış olduğu ulusal devrimler düşüncesi doğrultusunda bu feodal devletlerin bünyesinden çıkarak herbirinin kendi ulusal devletlerini kurmak istemelerinden daha doğal ne olabilir? Ama hayır, örneğin Macaristan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçalanması pahasına kendi ulusal devletini kurabilir, ama Osmanlı’nın bendesi olan Araplar’ın asla böyle bir hakları yoktur, bu beylerimize göre! Eğer bu doğrultuda mücadele etmiş ve doğru ya da yanlış kendilerine yaslanacak bir yer de bulmuşlarsa ihanetin en büyüğünü işlemişler ve Osmanlı’ya –yani bunlara- karşı kalleşlik yapmışlardır. Başarılı olup olmadığından bağımsız olarak şu söylenebilir: O dönemde aynı bizler gibi Araplar da kendi siyasi bağımsızlıklarını kazanma ve ulusal devletlerini kurma amacını taşıyan bir mücadele içerisine girmişler, ama toplumsal ve iktisadi gelişmişliklerimizdeki ve tarihsel süreçlerimizdeki farklılıklar onları çok daha ayrı mecralara sürüklemiştir. Ama sonuçları farklı bile olsa Araplar’ın da aynı amaçla mücadele ettiklerini asla unutmamak, çarpıtmamak gerekir.

Sonuç itibariyle uzun süren sömürge yönetimlerinden –ki burjuva politik literatüründe buna mandacılık deniliyor- kurtulup nihayet siyasi bağımsızlığına sahip olduğu zaman da hızla emperyalistlerin neden olduğu ulusal parçalanmışlıklarını giderme çabası içine giren Araplar’ın bu çabaları hala ulus öncesi toplumsal kategoriler olan aşiret, kabile, sülale yapıları çeşitli nedenlerle –bunlar uzun konular- orta yerde duruyor olduğu için hemen hiç başarılı olamamış, her başarısızlık bu geri toplumsal yapıları iyice kangrenleştirmiş, ulusal parçalanmışlık devam etmiş, burjuva parlamentarizmi bir siyasi rejim olarak bu topraklarda kendisine hemen hiç yer bulamamıştır. (Kaldı ki, bulsa ne olacaktı? Bu da ayrı bir soru tabii.)

Yaşananları mümkün mertebe tarihsel, ideolojik (Aman Admin Duymasın!), siyasi perspektifle değerlendiremezsek hep birilerine kızar durur, yüzlerine tükürmek isteriz. Kızdığımız ve yüzlerine tükürdüklerimiz de hep sömürülen, aşağılananlar olur nedense? Sayın avukat, olaylara böyle bir perspektifle bakacağına, savaş öncesi ve sırasında Iraklılar için yaptıklarına!!?? –ne yapmış acaba?- hayıflanarak onlar için yaptıklarına layık olmayanlara kızıp duruyor. Sayın avukat, “Ülkesinin işgaline benim kadar üzülmeyen bir Irak’lı için açıkçası zamanında gereğinden fazla efor harcamış ve gereğinden fazla üzülmüşüm diye düşünüyorum.” diyor. Üzülme kardeşim, sana üzül diyen mi var! Sen önce anla, olanları anlamadan üzülmenin ne manası var?

Yukarıda özetlemeye çalıştığım süreçte ortaya Arap birliğini sağlama iddiasıyla çıkan Baas Partisi, Iraklı egemenlerin bir üstyapı kuruluşu olarak kesin bir diktatörlük uygulamaya başladı. Esasen, nerede olursa olsun, özellikle ulusal birliklerin erken zamanda kurulamadığı, bu trenin kaçırıldıktan sonra yakalanmaya çalışıldığı bütün ülkelerde uzun veya kısa bir süre boyunca diktatörlüğün uygulanması kaçınılmazdır da. Bu, kabul edelim ya da etmeyelim, bir gerçekliktir. Alman birliği Bismark’ın demir ökçeleri altında sağlandı. Bunların yanısıra hangi ulusal devrime bakarsanız bakın, devrimin kazanılmasından sonra mutlaka bunu geçmişin izlerinin silinmesini ve yeniyi inşa etmeyi amaçlayan diktatoryal bir iktidarın izlediğini görürsünüz. Bu anlamda Saddam önderliğindeki Baas rejiminin de kökünü aldığı kaynak diğerlerinden pek farklı değildir. Baas’ın talihsizliği, uluslararası tekellerin hakimiyetindeki dünya emperyalist kapitalist sisteminin içinde ve üstelik bunların ölürcesine ihtiyaç duydukları petrol rezervlerinin üzerinde kendisine bir hakimiyet alanı aramaya, yaratmaya çalışması olmuştur.

Saddam’lı Baas’ın Irak’ı sınıflı bir toplumdu. Bu sınıflı toplum içinde vahşice sömürülen emekçiler vardı. Fakat baskı sadece emekçiler üzerinde değildi. Bizden de bol bol örnek verilebileceği üzere, çok milliyetli ve çok dinli, mezhepli bir toplum olan Irak toplumunda egemen toplumsal katmanın dışında kalan toplum kesimleri üzerinde de büyük bir baskı, asimilasyon politikası uygulandığını, buna karşı çıkışların ise katliamlarla cevaplandığını biliyoruz. Kürtler'e, Türkmenler'e, Asuriler'e, Şiiler'e vb. karşı uygulanan politikalar herkesin bilgisi dahilinde. Fakat bu durum, Irak devletinde egemen konumda bulunan Sünni Araplar'ın emekçilerinin çok ferah ve sefih bir hayat sürdürdükleri manasına da gelmemektedir. Baas'ın şahsında billurlaşan Irak egemen sınıfının diktatörlüğü, sünni Arap emekçilerini de canından bezdirmiştir. Emperyalistlerin işgal hareketine karşı ülkesini terkeden ve emperyalistlere karşı onursuzca davranan Irak’ın egemenleri olmuştur. Irak egemenleri, aynı diğer ülkelerin egemenlerinin de yapabileceği ve hatta yaptığı gibi (Burada ülkemizde, niye siyasi veya ekonomik bir kriz çıktığında burjuvaların hemen yurtdışına sermaye kaçırdıkları sorusunu sormak gerekir. Bu güncel bir örnek. Tarihten de Kurtuluş Savaşı'mızda feodal egemenlerin emperyalist işgalcilerle yaptıkları işbirliğini ve yenilgi sonrasında yurdu terkettiklerini hatırlamakta fayda var. Yeri gelmişken bu konuya istisna teşkil edebilecek bir örnek vereyim, konumuzdan biraz uzaklaşmak pahasına: Çarlık Rusyası'nda Sosyalist Ekim Devrimi'ne önderlik eden RSDİP'nin Merkez Komitesi ve aynı zamanda Çar'ın gizli servisi Ohrana'nın gizli ajanı olup partiye sızmış olan Mihaylovskiy adlı bir kişi, Devrim sonrasında nedamet getirip cezalandırılacağını bile bile Sovyetler Birliği'ne geri dönüp hesap veriyor ve idam ediliyor.) emperyalist işgalcilerin önünden kaçarak halkı savunmasız bir şekilde onlarla karşı karşıya bırakmıştır. Bu şartlarda savunmasız, yani örgütsüz ve silahsız bir halkı ateşten bir topu andıran işgalcilere karşı daha baştan mücadele edemedikleri için aşağılamaya kalkmak insafsızlıktan da öte densizlik değil midir?

Yeniden konumuza dönecek olursak, Irak Baas rejiminin bu utanç verici tutumunun temel bir gerçeği yeniden doğruladığını söyleyebiliriz: Dünyanın neresinde olursa olsun burjuvazi hiçbir insani ve etik değer taşımamaktadır. Ne zerre kadar “ulusal onuru” vardır, ne de emekçilerin katledilmesi, kentlerinin yağmalanması umurundadır. Tek kaygısı kendi sefil çıkarlarını korumaktır. Bağdat rejiminin kolay düşüşü yerli ve yabancı basın tekelleri tarafından en iğrenç demagoji ve propagandalara konu edildi. Savaş çığırtkanı medya, emperyalist saldırganlığa karşı mücadele ederek Irak halkıyla dayanışmayı yükseltenlere saldırırken, öte yandan Irak halkının işgale karşı çıkmadığını, dolayısıyla bu halkın desteklenemeyeceğini ve başına gelen belaları hak ettiğini iddia ederek Irak halkına çirkin saldırılarda bulundu. Bu tür dezenformasyon faaliyetlerine kanan avukatımız gibileri de Irak halkının "yüzüne tükürme" histerisine kapıldılar. Yaşananları savaş ve işgalin haklılığına kanıt olarak gösterdi. Tükürükçü avukatımızın diğerleriyle tek farkı ise, bu noktada, henüz işgali haklı bulmama noktasında ortaya çıkıyor. Ama yakındır, bir müddet sonra yüzüne tükürülebilecek bir halkın işgali de hakkettiğini söylerlerse şaşmamak gerekir.

Oysa Irak’ın Güney kentlerinde tüm olanaksızlıklara karşın işgalcilere karşı sergilenen kararlı direnişler medyanın yalanlarını yerle bir ediyor. Bizzat işgal cephesinin tüm tarafları bu direnişi hayretle karşılamışlar, kolay işgal planlarının gerçekleşmeyeceğini anlayarak hayal kırıklığına uğramışlardı. Bağdat’taki işgalin beklenenden kolay gerçekleşmesi sonrasında, savaş kundakçıları, savaş çığırtkanları ve satılık kalemşörler görülmemiş ölçüde küstahlaştılar.

Ancak Irak’taki gelişmeler, işgalci saldırganlar ve yardakçılarının sevinçlerini kursaklarında bırakacak cinstendir. Daha işgalin üzerinden bir hafta bile geçmeden kitle muhalefeti ve protestolarla karşılaşmaya başladılar. En ufak tepkiye katliamlarla karşılık veren Amerikan askerleri Musul’da gösteri yapanları tarayarak 17 kişiyi katletti, çok sayıda insanı yaraladı. Zira Musul halkı ABD uşağı yeni valinin halka açık ilk konuşmasını protesto ederek vilayete doğru yürüyüşe geçmişti. Bağdat’ta başlayan işgal karşıtı gösteriler de emperyalist çapulculara karşı bir direnişin uzak olmadığını haber veriyor. Direniş sembolü haline gelen Irak’ın Nasıriye kentinde ise, çoğunluğu Şiiler’den oluşan 20 bin Iraklı, işgalcileri protesto etti. Amerika’nın Zalmay Halilzad başkanlığında organize ettiği ilk toplantıyı hedef alan gösteri, muhalif Şiier’in örgütü Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi’nin toplantıya katılmayacağını açıklamasının ardından gerçekleşti. Gösteriye katılanlar ABD ve Saddam Hüseyin karşıtı sloganlar attılar. Başka yerlerde de Bush’la Saddam’ı aynı kefeye koyan sloganların yanı sıra, “Tek demokrasi ABD’yi Irak’tan atmaktır” sloganları duyulmaya başlandı. Bu arada İngiliz işbirlikçisi bir Şii şeyh linç edilirken, savaş çetesinin en has uşağı Ahmet Çelebi’yi hedef alan bir suikast girişiminin 11 Nisan’da gerçekleştiğine dair bilgiler de basına yansıdı. Birçok adamının öldüğü saldırıdan ABD ajanı Çelebi şimdilik kurtuldu. Eylemi üstlenen “Irak Ulusal Kurtuluş Cephesi” adlı örgütün ismi ilk defa duyulmuş oldu.

Irak halkının işgal sırasında olsun, sonrasında olsun emperyalistlere karşı aldığı tavır savaş çığırtkanlarının kirli iddialarını tamamen çürütüyor. Şimdiye kadar binlerce sivil Iraklı’nın katledilmesi ve her gün onlarca kişinin katledilmeye devam edilmesi de bunun bir diğer göstergesidir. Eğer halk işgalcilere karşı direnmeseydi, işgalcilerin bu kitle katliamlarına ihtiyaç duyması söz konusu olmazdı. Çünkü sivil insan avına dönüşen bu katliamlar, emperyalistlerin tüm propagandalarını geçersiz kılıyor, onların tüm iddialarının yalan ve demagojiye dayandığını ortaya koyuyor.

Bağdat’ta beklenen direniş gerçekleşmedi ama, ne Irak Bağdat’tan ibaret ne de Bağdat halkı son sözünü söylemiş durumdadır. Bunu herkesin böyle bilmesi ve cehalet ve kolaycılıkla bir kardeş halkın onurunu zedeleyici tavırlardan kaçınması gerekmektedir.