|
DEVECİ
Yetmişlerin sonlarına doğruydu. Ülkenin yetmiş sente muhtaç olduğu, halkın tüpgaz kuyruklarında bekleştiği yıllar. Bazen Sana yağı karaborsaya düşerdi, bazen de sigara. Kırmızı kalem bile bulunmazdı. Ortaokul öğrencisiydim. Yaz tatilinde mahalleden arkadaşlarla bin bir türlü oyunlar oynar, ara sıra da yürüyerek babamın çalıştığı hava üssüne giderdim. Babamı herkes tanıdığından nizamiyeden girmekte zorlanmazdım. Astsubaydı babam, elektrik teknisyeniydi. Pist ışıklarından kantindeki buzdolabına kadar elektrikle çalışan ne varsa, onlardan sorumluydu. Babamın çalıştığı levazım denen birim, üsse gereken her tür malzemenin temini ile görevli olduğundan, mesleği ile ilgisiz sıkıcı evrak işlerini de yapmak zorunda kalıyordu.
O gün yine oradaydım. Soğuk hava deposunu tamir etmeye gittiği için babamı görememiştim. Piste doğru yürüdüm, uçakların kalkış ve inişlerini izledim. Uçakların modellerini ve özelliklerini bilir, pilot olmaya özenirdim. Pisti gören bir yerde hayaller kurarak saatler geçirirdim. Yanımda bir kamyonetin durması ile düşlerden sıyrıldım. Önde oturan çavuş “Çarşıya gidiyoruz, istersen seni de götürelim.” deyince kamyonetin arkasına atladım.
Şehrin hâl binası, ikinci kattaki kütüphane nedeniyle sık uğradığım yerlerden biriydi. Bodrum katı kasaplarla doluydu, zeminde ise manavlar. Diğer katlar ise kabzımallardan emlakçılara kadar büroların bulunduğu bir işhanı gibiydi. Askerler önce sebzeleri taşıdırlar, sonra dünya kadar meyve getirdiler. Kasalardan birinde, o güne dek gördüğüm en büyük armutlar vardı. Koyu sarı yüzeyine sanki sonradan eklenmiş kırmızılıklarla, bildiğim armutların iki katı büyüklükte, parlak, nefis görünümlü bir meyveydi. Onları da yükledikten sonra, “Sizin ev nerede?” diye sordular. “Hacı Yusuf.” dedim. “Hadi yokuş çıkmaktan kurtuldun, yukarıdan da alınacaklar var.” diye müjdeledi çavuş. Araç bizim mahalleye doğru çıktı, ters yöne dönecekken seslendim, beni indirdiler.
Mahalleye varınca hemen eve girmek ne mümkün o yaşta? Sokak tam curcunaydı; Volkan bisiklet almış, nerdeyse tüm çocuklar bir tur atabilmek için sıraya girmişlerdi. Arkadaşların “Neredesin be sabahtan beri?” sorusunu kısaca “Uçaklara bakmaya gittim.” diye yanıtlayıp günümün en ilginç şeyini, armutları anlatmaya başladım. Büyüklüğünü ellerimle gösterince “Yok artık, karpuz kadar mı?” diye dalga geçtiler. Ben de uzatmadım. Bisikletten inenler misket oynamaya başlamışlardı, onlara katıldım. Babamın geldiğini görene dek sokaktaydım.
Merdivenleri çıkarken babam “Ne yaptın bugün? Uçaklara bakmaya mı geldin?” diye sordu. Günümü kısaca anlatıp, konuyu o armutlara getirdim. Güzelce tarif edip “Çok kocamanlar baba, biz de alsak ya...” dedim. “Ha, gördüm. Mal kabulünü ben yaptım. Deveci armudu o, pahalıdır biraz.” dedi babam, çok ümit vermeyen bir sesle “Alırız bir ara.” diye de ekledi. Eve girer girmez anneme de armutlardan sözettim. O'nun “Pazardan bakarız.” cevabına “Hâlde var anne, pazarda yok ki! Askerler hâlden aldılar.” diye itiraz etsem de, annem çoktan babamla konuşmaya başlamıştı.
Akşama Murat Amcalara gidecektik. Murat Amca, babamla aynı birimde çalışan bir yüzbaşıydı. Eşi Gülşen Teyze annemle, kızları Buse de kardeşlerimle iyi anlaşırdı. Evleri yakındı. Bizimkiler beni köşedeki pastaneye yolladılar, bir kilo tulumba tatlısı alıp geldim. Annemin “Şuraya bak, üstünüz başınız batmış!” lafları eşliğinde ben ve iki kız kardeşim temiz giysiler giydik. Uslu duracağımıza dair söz verdik. Hazırdık artık, gidebilirdik.
Yemekte babamla Murat Amca rakı içtiler. Aslında babama rakı dokunuyordu. Kırk yılda bir, o da ısrar edilirse içer, bir iki dubleden fazlasını kaldıramazdı. Bir saat kadar sonra anneler masada sohbet ederken, kızlar da oyun oynamaya başlamıştı. Onların oyunları hiç ilgimi çekmiyordu. Babamla Murat Amca sigara içmek için balkona çıkınca, ben de peşlerinden gittim. Ama anlamadığım şeylerden sözediyorlar, bana bakmıyorlardı bile. Yeniden içeri döndüğümde Gülşen Teyze'nin mutfaktan masaya meyve taşıdığını gördüm. İlk gözüme çarpan armutlardı. İşte o armutlar! Kırmızı tarafları yukarı gelecek şekilde tabağa konmuş, üzerleri buzdolabından çıktıklarını belli eden ince bir buğu ile kaplı. Sevincimden zıplayacaktım. Annemle Gülşen Teyze az önce yarım kalmış sohbetlerine devam ediyor, kızlarsa koltuklardaki yastıkları yere dizmiş evcilik oynuyorlardı. Balkona koştum, bağırdım. “Baba! Baba! Armutlar! Hani o armutlar!” Babam sigarasından bir duman çekti, anlamayan gözlerle bana baktı, “Ne armudu be oğlum?” diye sordu. Murat Amca anlamıştı, “Bugün üsse güzel armut aldık ya Rıfat Abi. Onlardan getirdim. Senin oğlan seviyor galiba.” dedi. Babamın çakırkeyif hali kalmadı, sanki birden ayıldı. Sigarası daha yarısında bile değilken sinirle tablaya basıp söndürdü, içeri girdi. “Hadi hanım! Kalk, gidiyoruz!”
Ne Gülşen Teyze'nin “Aaa! Olur mu? Daha erken...” demesi, ne de benim “Baba, bir tanecik yiyeyim!” feryadım işe yaradı; babam başka bir şey söylemeden ayakkabılarını giyip merdivenleden inmeye başladı. Annem, nedenini bilmese de babamın sinirlendiğini anlamış, bizi önüne kattığı gibi evden çıkarmıştı. Gülşen Teyze son anda elime bir armut tutuşturdu, başımı okşadı, “Evde yersin.” dedi.
Bizim apartmana varıp, merdivenleri tırmanmaya başladığımızda babama yetiştik. “Ne oldu öyle? Niye bir hışımla kalktın?” diye söylendi annem. Cevap vermek için arkasını döndüğünde babamın gözüne elimdeki armut ilişti. İki basamak aşağıya inip bana bir tokat attı. Şaşkınlığım geçmeden armudu elimden alıp ayağıyla ezdi, “İşte bunun yüzünden! Anladın mı? Bunun yüzünden!” diye anneme bağırdı. Sus pus olduk, o akşam hiç konuşmadık.
Cengiz Aladağ, 16.02.2021
|