Mesajı Okuyun
Old 11-08-2011, 09:42   #7
Av.Mehmet Saim Dikici

 
Varsayılan

Alıntı:
Yazan Av.Şükrü Y.KAYA
İnançlı temlik için yazılı delil başlangıcının satış sözleşmesinden önce veya aynı anda imza altına alınmış olması gerektiği hakkında bir yargıtay kararı sunuyorum aşağıda.. Bizim davamızda da satışlardan yaklaşık 20 sene sonra yazılı delil başlanıcı imza altına alınmıştır.

Dava terditli açılmış dava da tapu iptali değil alacak davası olan ikinci talep karar bağlanmıştır. O halde hakim talepten fazlasına karar veremez ise de azına karar verebileceğinden dosyadan anlaşılan davalının alacağını mahsup etmek zorundadır diye düşünüyorum.

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI ( Taşınmaz Satış Sözleşmesinin Muvazaalı Olması ve Muvazaa Sözleşmesine Göre Taşınmazın Geri Devredilmesi Gerekirken Devredilmediğinden Bahisle )
• YAZILI DELİL ( İnançlı İşleme Dayalı Olup Dinlenilirliği Kabul Edilen İddiaların İsbatının Şekle Bağlı Olmayan Yazılı Delil Olması )
• İNANÇ SÖZLEŞMESİ ( Bu Belgenin Sözleşmeye Taraf Olanların İmzasını İçermesi ve En Geç Sözleşme Konusu İşlem Tarihinde Düzenlenmiş Olmasının Gerekmesi )
• NAMI MÜSTEAR ( Yazılı Delille İspatının Mümkün Olması )
• MUVAZZAA SÖZLEŞMESİ ( İptali İstenen Satış Sözleşmesinden Önce Yapılmış Olmasının Gerekmesi )
• İSPAT ŞEKLİ ( İnançlı İşleme Dayalı Olup Dinlenilirliği Kabul Edilen İddiaların İsbatının Şekle Bağlı Olmayan Yazılı Delil Olması )
4721/m.788
818/m.12,19,20,81
ÖZET : İnançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Somut olayda, davacının maliki bulunduğu çekişme konusu taşınmazı 07.05.2002 tarihinde satış suretiyle davalıya temlik ettiği, daha sonra İzmir 27. Noterliğinde 28.08.2002 tarihinde tarafların düzenleme suretiyle muvazaa sözleşmesi yapmış bulundukları anılan sözleşme tarihinin akit tarihinden çok sonra olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle davanın reddi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen davada; Davacı, davalı adına kayıtlı olan 3889 parsel sayılı taşınmazın satış sözleşmesinin muvazaalı ve geçersiz olup, bunun muvazaa sözleşmesi ile sabit olduğunu, davalının sözleşme gereği taşınmazı 02.12.2002 tarihinde geri devretmesi gerektiği halde devretmediğini ileri sürerek, iptal ve tescil isteminde bulunmuştur.

Davalı, muvazaa sözleşmesinin temlik tarihinden sonra yapılması sebebiyle geçerli olmadığını, ilk sözleşmeyi değiştiren yada ortadan kaldıran bir sözleşme olması içinde tapu devrini sağlayan aynı kuvvette ve resmi şekilde yapılması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, tarafların hür iradeleri ile düzenleme şeklinde noter huzurunda muvazaa sözleşmesi düzenledikleri, davalının sözleşmede belirlenen tarihte devre yanaşmadığı, yasanın kötü niyeti koruyamayacağı, BK. 12 m. açısından değerlendirildiğinde de devre yanaşmamanın hakkın kötüye kullanılması sayılacağı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Karar, davalı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi Selda Özer'in raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden 3889 parsel sayılı taşınmazın davacı tarafından 07.05.2002 tarihinde 12.000.000.000.TL bedelle davalıya temlik edildiği anlaşılmaktadır.

Davacı, bu temlikin muvazaalı olduğundan bahisle eldeki davayı açmıştır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade )şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya )geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu )mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.nun 788. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. ( Borçlar Kanunu mad.81 )Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi " ifa uğruna edim " olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere;uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda;eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda;çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötüniyetli ve haksız gizlemeler"dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.

Somut olaya gelince, davacının maliki bulunduğu çekişme konusu taşınmazı 07.05.2002 tarihinde satış suretiyle davalıya temlik ettiği, daha sonra İzmir 27. Noterliğinde 28.08.2002 tarihinde tarafların düzenleme suretiyle muvazaa sözleşmesi yapmış bulundukları anılan sözleşme tarihinin akit tarihinden çok sonra olduğu ve yukarıda değinilen ilkeler karşısında anılan belgenin 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı içtihatları birleştirme kararının öngördüğü nitelikte bulunmadığı anlaşılmaktadır.

SONUÇ : Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere davanın kabul edilmiş olması doğru değildir. Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün oy çokluğuyla HUMK. 428 maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 12.9.2005 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

Sayın Kaya,

Malumunuz "Yazılı Delil Başlangıcı" ile "Yazılı Delil" farklı farklı hukuki kavramlardır. Bu forum altındaki ilk mesajınızda bir "adi yazılı belge"den bahsetmiştiniz.

Alıntı:
Davalılar A, B ve C ile davalı D Özlem İnşaat Ltd Şti'nin ortakları iken ortaklığa son vermek için kendi aralarında "HİSSE DEVİR TUTANAĞI" başlıklı adi yazılı 4 maddelik bir belge hazırlarlar


Buna rağmen diğer mesajlarınızda nedense hep "Yazılı Delil Başlangıcından" bahsetmektesiniz.

Keza eklediğiniz Yargıtay kararı bakımından da "Yazılı Delil Başlangıcı" olduğu iddiasındasınız lakin kararda da gördüğüm kadarıyla "Yazılı Delil Başlangıcı"ndan değil "Yazılı delil"den bahsedilmektedir.

Diğer yandan hakim talepten aza karar verebilir ise de, sizin olayınızda neden talepten aza karar vermesi gerektiği açıkçası anlaşılamamaktadır.