Mesajı Okuyun
Old 11-11-2006, 20:33   #12
uye9493

 
Varsayılan

.: Sinerji Mevzuat ve İctihat Programı :.
**************
BİR KARARININ TEMYİZ EDİLİP EDİLEMEYECEĞİ BELİRLENİRKEN KARARIN VERİLDİĞİ TARİHTEKİ HUKUKSAL DURUMUN ESAS ALINACAĞI- KARARLARIN KESİNLİK SINIRI

KAYIT NO : 68667
**************
Esas Yılı : 2005
Esas No : 9-85
Karar Yılı : 2005
Karar No : 127
Karar Tarihi : 02.03.2005
Daire No :
Daire : HG
**************

ÖZET : Bir davada tarafların temyiz yoluna başvurabilmeleri için, öncelikle o davanın usul hukuku kuralları çerçevesinde temyizi olanaklı bulunan bir kararla sonuçlandırılmış olması gerekeceği çok açıktır. Eş söyleyişle, henüz temyizi olanaklı bir nihai karara bağlanmamış olan bir davada, tarafların temyiz hakkının varlığından söz edilemez. Temyiz hakkı, gerekçesi veya sonucu itibariyle o hakka sahip tarafın/tarafların aleyhine sonuçlar doğuran ve usul hukuku kurallarının temyizine olanak tanıdığı bir kararın verildiği tarihte doğar. Davanın daha önceki aşamalarında böyle bir hak doğmuş olamayacağına göre; bir mahkeme kararının temyiz edilip edilemeyeceği belirlenirken, temyiz hakkının doğduğu ( kararın verildiği ) tarihteki hukuksal durum esas alınmalı; karar tarihinde yürürlükte bulunan kanun hükmü temyiz sınırı yönünden hangi düzenlemeyi içeriyor ise, ona bağlı kalınmalıdır. Buradaki "karar" teriminin, yerel mahkemenin Özel Daire bozmasına karşı verdiği direnme kararını da kapsayacağında duraksamaya yer yoktur. Öte yandan, 5219 sayılı Kanun'un Genel Gerekçesinde yer alan "... Kararların kesinlik sınırının çok düşük olması, davaların gereksiz yere uzamasına ve Yargıtay'ın iş yükünün artmasına neden olmaktadır." şeklindeki ifade de, kanun koyucunun, günümüzün ekonomik koşullarını ve paranın satın alma gücünü gözeterek, miktar ve değeri belirli bir sınırın altında kalan uyuşmazlıklar hakkında yerel mahkemelerce verilen hükümleri Yargıtay denetiminin dışında tutmayı amaçladığını göstermektedir. Anılan kanun yorumlanırken, kanun koyucunun bu amacı da gözden uzak tutulmamalıdır.
**************

(1086 S. K. m. 427/2-4, Ek m. 3)

DAVA : Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : A. Dava Konusu: Dava iş akdinin haksız ve önelsiz olarak feshedildiği iddiası ile açılmış işçilik hakları ile ilgili alacak istemine ilişkindir.

B. Davacının İsteminin Özeti: Davacı, davalıya ait cam fabrikasında çıtacı olarak çalıştığını, sigortalılığının Kuruma geç bildirildiğini, hiçbir iş güvenliği tedbiri alınmadan müvekkilinin amele gibi çalıştırıldığını, bu işten anlamadığını söyleyince de "işine gelirse çalış, yoksa defol git" denilmek suretiyle haksız olarak iş akdinin feshedildiğini belirterek başlangıçta ihbar ve kıdem tazminatı ile ücret, ücretli izin ve fazla mesai ücreti ile ilgili kısmi talepte bulunmuş ve fazlaya ait haklarını saklı tutmuştur. Ancak daha sonra verdiği ıslah dilekçesi ile istek miktarlarını bilirkişi tarafından saptanan miktarlara yükselterek davasını tam dava haline dönüştürmüş, fazlaya dair haklarını da saklı tutmamıştır.

C. Davalının Cevabının Özeti: Davalı vekili, iş akdinin haksız olarak davacı işçi tarafından feshedildiğini ileri sürerek, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

D. Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkeme iş akdinin işçi tarafından haksız olarak feshedildiği kanaati ile, ihbar ve kıdem tazminatı ile fazla mesai ücreti bakımından davanın reddine, diğer istek kalemleri bakımından davanın kabulüne karar vermiştir.

E. Temyiz Evresi, Bozma ve Direnme: Hükmün davacı vekilince temyizi üzerine Özel Daire, iş akdinin işçi tarafından feshedildiği görüşü ile kıdem tazminatına da hükmedilmesi gerektiği gerekçesi ile kararı bozmuş, mahkeme önceki kararında direnmiş, direnme kararı davacı işçi tarafından kıdem ve ihbar tazminatı yönünden temyiz edilmiştir.

F. Uyuşmazlık: İşçinin iş akdini fesihte haklı olup olmadığı, dolayısıyla kıdem tazminatına hak kazanıp kazanmadığı noktasında toplanmaktadır.

G. Ön Sorun: Her ne kadar uyuşmazlık iş akdinin işçi tarafından feshinin haklı nedene dayanıp dayanmadığı noktasında toplanmakta ise de; mahkemenin direnme kararının tarihi ve kapsamı ile temyiz dilekçesinin kapsamı itibarı ile kararın temyiz edilebilirlik, diğer bir söyleyişle kesinlik sınırı altında kalıp kalmadığı ön sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlığın ilişkin olduğu tutar 899.415.005 TL'dir.

Bilindiği gibi, 14.07.2004 tarih ve 5219 sayılı "Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" 21.07.2004 gün ve 25529 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanmış; 15. maddesindeki hüküm gereğince, 2. maddesinin ( B ) fıkrası, 3. maddesinin ( C ) fıkrası, 7, 9, 10, 11, 12. maddeleri ile 13. maddesinin ( B ) fıkrası 1.1.2005 tarihinde, diğer maddeleri ise yayımı tarihinde yürürlüğe girmiştir. Anılan Kanun'un, 2. maddesinin yayım tarihinde yürürlüğe giren ( A ) fıkrasının ( c ) bendi ile; 18.6.1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 427. maddesinin 2, 3 ve 4. fıkralarında yer alan ve Ek 3. maddesine göre "kırk milyon TL" olarak uygulanması öngörülen parasal sınır "bir milyar TL"; 5. fıkrasında yer alan ve Ek 3. maddesine göre "sekiz yüz milyon TL" olarak uygulanması öngörülen duruşma sınırı "on milyar TL"; "altı yüz milyon TL" olarak uygulanması öngörülen karar düzeltme sınırı da "altı milyar TL" olarak değiştirilmiştir.

Kısaca, anılan Kanun, 21.07.2004 tarihinden itibaren temyiz ( kesinlik ) sınırını 1.000.000.000 TL ( 1.000 YTL ), karar düzeltme sınırını da 6.000.000.000 TL ( 6.000 YTL ) olarak belirlemiştir.

Görülmekte olan dava 11.07.2002 günü açılmış, yerel mahkemenin 17.12.2003 günlü önceki hükmü Özel Daire'ce 01.07.2004 günü bozulmuştur. Direnme kararı ise 08.11.2004 günü verilmiştir.

Görüldüğü üzere; gerek dava, gerek önceki karar ve gerekse bozma tarihlerinde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 427/2. maddesinin 5219 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten önceki direnme tarihinde ise söz konusu değişiklikle oluşan yeni hükmü yürürlüktedir.

Dolayısıyla, somut olayda direnme kararının temyizinin mümkün olup olmadığı konusundaki yapılacak değerlendirme; temyiz sınırı konusunda bu tarihlerden hangisinde yürürlükte bulunan yasa hükmünün esas alınacağı yönünde yapılacak saptamaya bağlı olarak, farklı sonuçlara götürecektir.

Önemle vurgulanmalıdır ki; 5219 sayılı Kanun, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nda daha önce değişiklik yapan çok sayıdaki kanunlardan farklı olarak, içerdiği düzenlemelerin derdest davalar yönünden ne şekilde uygulanacağı yönünde açık bir uygulama hükmü taşımamaktadır. Sadece, Geçici 1. maddesinde "Bu Kanun'la artırılan parasal sınırlar nedeniyle mahkemelerce görevsizlik kararı verilemez." şeklinde, salt göreve ilişkin bir düzenleme yer almaktadır.

Bu noktada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nu aynı yönlerde değiştiren önceki Kanunlardaki düzenlemeler ve özellikle bunların uygulamaya yönelik hükümleri hakkında kısa bir açıklama yapılmasında yarar görülmüştür:

08.05.1973 gün ve 1711 sayılı Kanun'un Geçici Maddesi'nde; değişikliklerin sayılan istisnalar dışında -ki, temyiz ve karar düzeltme sınırına ilişkin düzenlemeler istisnalar arasında değildir- kural olarak, Kanun'un yürürlük tarihinden sonra açılacak davalarda uygulanacağı belirtilmiş; böylece, yürürlük tarihinden önce açılmış olan davalarda temyiz ve karar düzeltme istemleri yönünden gözetilecek sınırın, dava tarihinde yürürlükte bulunan Kanun hükmüne tabi olması benimsenmiştir.

16.07.1981 gün ve 2494 sayılı Kanun'un Geçici Maddesi'nde ise, temyiz ve karar düzeltme sınırlarına ilişkin değişikliklerin, Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra verilecek nihai kararlara yönelik temyiz ve karar düzeltme istemleri hakkında uygulanacağı belirtilmiş; dolayısıyla, dava hangi tarihte açılmış olursa olsun, temyiz ve karar düzeltme sınırlarının saptanmasında, hakkında bu yollara başvurulan hükmün verildiği tarihteki yasal durumun esas alınacağı kabul edilmiştir.

Yine, 26.02.1985 gün ve 3156 sayılı Kanun'un Geçici Maddesi; getirdiği değişikliklerin Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce açılmış olan davalarda da uygulanacağı yönündedir.


20.06.1996 gün ve 4146 sayılı Kanun'un geçici maddesi ise, değiştirilen hükümlerin, Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra açılacak davalarda uygulanacağı kuralını taşımaktadır.

Görüldüğü üzere, temyiz ve karar düzeltme sınırında değişiklikler içeren daha önceki Kanun metinlerinde, değişikliklerin ne şekilde uygulanacağı yönünde açık hükümler bulunmakla birlikte, bu hükümler arasında bir paralellik yoktur.

Bu açıklamaların ortaya koyduğu sonuç şudur: Kanun koyucu, özellikle enflasyondan kaynaklanan nedenlerle, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'ndaki temyiz ve karar düzeltme sınırlarına ilişkin hükümleri daha önce de bir çok defa değiştirmiş, ancak, bu değişikliklerle getirilen yeni sınırların derdest davalara etkisini düzenlerken, aynı ilkeleri benimsememiştir.

Dolayısıyla, içerdiği düzenlemelerin derdest davalar yönünden ne şekilde uygulanacağı yönünde açık bir uygulama hükmü taşımayan 5219 sayılı Kanun'la ilgili değerlendirme yapılırken, benzer nitelikteki değişiklere ilişkin olarak yukarıda sayılan önceki kanunlarda yer alan düzenlemelerin, somut olay bakımından yorumlama ve sonuca varmada yardımcı nitelikte bir ölçüt olarak alınmasına olanak bulunmamaktadır.

Açıklanan durum karşısında, bu yönün, Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun genel yapısı, ruhu ve öngördüğü yargılama ilkeleri çerçevesinde, 5219 sayılı Kanun'un gerekçesi de dikkate alınarak, yargısal içtihatlarla açıklığa kavuşturulması gerektiği Hukuk Genel Kurulu'ndaki ön sorunla ilgili görüşme sırasında ittifakla benimsenmiş; görüşme bu çerçevede yapılmıştır.

Hukuk Genel Kurulu'nda ön sorun bakımından yapılan görüşme sırasında dile getirilen düşünceler, şöyledir:

Azınlıkta kalan bir kısım üyeler, her davanın açıldığı tarihteki hukuksal duruma tabi olması gerektiği; zira, bir davanın davacısının, davayı açarken, temyiz ve karar düzeltme aşamaları da dahil olmak üzere, açtığı davanın o tarihteki hukuksal duruma göre çözüme kavuşturulacağı inancıyla hareket edeceği, usul hukukuna ilişkin kanun değişikliklerinin kamu düzenine ilişkin olmaları nedeniyle geçmişe etkili ( derdest davalar yönünden de uygulanması gerekli ) olacaklarına dair, öğreti ve uygulamadaki görüşün, temyiz ve karar düzeltme sınırlarına yönelik değişiklikler bakımından uygulama yerinin bulunamayacağı yönünde görüş bildirmişlerdir.

Buna karşılık, çoğunluğun benimsediği görüş şu şekilde oluşmuştur:

Bir davada tarafların temyiz yoluna başvurabilmeleri için, öncelikle o davanın usul hukuku kuralları çerçevesinde temyizi olanaklı bulunan bir kararla sonuçlandırılmış olması gerekeceği çok açıktır. Eş söyleyişle, henüz temyizi olanaklı bir nihai karara bağlanmamış olan bir davada, tarafların temyiz hakkının varlığından söz edilemez. Temyiz hakkı, gerekçesi veya sonucu itibariyle o hakka sahip tarafın/tarafların aleyhine sonuçlar doğuran ve usul hukuku kurallarının temyizine olanak tanıdığı bir kararın verildiği tarihte doğar. Davanın daha önceki aşamalarında böyle bir hak doğmuş olamayacağına göre; bir mahkeme kararının temyiz edilip edilemeyeceği belirlenirken, temyiz hakkının doğduğu ( kararın verildiği ) tarihteki hukuksal durum esas alınmalı; karar tarihinde yürürlükte bulunan kanun hükmü temyiz sınırı yönünden hangi düzenlemeyi içeriyor ise, ona bağlı kalınmalıdır. Buradaki "karar" teriminin, yerel mahkemenin Özel Daire bozmasına karşı verdiği direnme kararını da kapsayacağında duraksamaya yer yoktur.

Öte yandan, 5219 sayılı Kanun'un Genel Gerekçesinde yer alan "... Kararların kesinlik sınırının çok düşük olması, davaların gereksiz yere uzamasına ve Yargıtay'ın iş yükünün artmasına neden olmaktadır." şeklindeki ifade de, kanun koyucunun, günümüzün ekonomik koşullarını ve paranın satın alma gücünü gözeterek, miktar ve değeri belirli bir sınırın altında kalan uyuşmazlıklar hakkında yerel mahkemelerce verilen hükümleri Yargıtay denetiminin dışında tutmayı amaçladığını göstermektedir. Anılan kanun yorumlanırken, kanun koyucunun bu amacı da gözden uzak tutulmamalıdır.

Sonuç olarak, direnme kararları da dahil olmak üzere, yerel mahkemelerce kurulan hükümlerin temyizinin ve temyiz incelemesi sonucunda Yargıtay Daireleri ya da Hukuk Genel Kurulu'nca verilen kararlara karşı karar düzeltme yoluna gidilmesinin mümkün olup olmadığı belirlenirken; temyiz ya da karar düzeltme istemi hangi karara yönelik ise, o kararın tarihinde yürürlükte bulunan kanun hükmü esas alınmalıdır.

Somut olayda, temyiz istemi yerel mahkemenin 13.10.2004 günlü direnme kararına yöneliktir. Söz konusu tarihte, 5219 sayılı Kanun'un temyiz sınırını bir milyar TL olarak değiştiren hükmü yürürlükte bulunduğuna ve eldeki davanın müddeabbihi bu sınırın altında olduğuna göre, direnme kararı kesin olup, temyizi mümkün değildir.

SONUÇ : Hal böyle olunca, davalı vekilinin temyiz dilekçesinin reddi gerekir.


**************
.: CopyRight by Sinerji A.Ş. :.