Mesajı Okuyun
Old 12-03-2008, 21:52   #27
Av. Şehper Ferda DEMİREL

 
Varsayılan

Sayın Olguner,

Bazı net soruları yanıtlamaktan imtina ediyorsunuz, yanılıyor muyum?

Ardında durduğum gerçek , haklı -Salt kişisel kanaat bazında değil, her yönüyle- ise, sonuna dek savunurum, savunacak enerji de, yazılı argüman da bu düşünce fırtınasına eşlik eder, değilse çekilirim, "Bu benim inancım, doğru veya yanlış olabilir, bence doğru olmalıydı,ama değilse de yapacak bir şey yok, haklı olmalısınız" derim. Herkes aynı yöntemi benimseyecek ve dolayısıyla yöntemleri tartışacak değiliz elbette, nihayetinde bu kaosta cümlemizi kurtaracak, tek bir gerçek var, o da bağlı ve uymak yükümlülüğünde olduğumuz yazılı kurallar bütünü; HUKUK.

Düşünün ki bu hukuk sisteminin içinde, sanığın "Yalan Söyleme" hakkını barındıran, cezai müeyyideye tabi tutmayan bir anlayış/bakış açısı var. Ceza hukukuyla ucundan kıyısından veya cephelemesine ilgilenip de, sanığın ikrarının tek başına mahkumiyet hükmü oluşturmaya yetmediğini ve dahası gerçeğe aykırı anlatımı nedeniyle, her iki yan tanıklarının aksine, cezai müeyyideye tabi tutulmadığını bilmeyen ceza hukukçusu, yoktur inancındayım.

Birebir tanığı olmadığım bir olayla ilgili olarak, -Saklı tuttuğum kişisel inançlarımın ve sınırlı tahayyül/tahakküm/imgelemimin ötesinde-, kimin haklı, kimin haksız olduğuna, ben nasıl "Hükmedebilirim"?

Şeytan'ın avukatı filminde kahraman avukat, kareler arasındaki onlarca ikilem ve kişisel doğrusu arasında ilerlerken, son karede, kısa süre evvel kazandığı mesleki başarı karşısında aldığı kutlama mesajı nedeniyle gizliden gizliye gururlanmakta iken, merdivenleri inen Al Pacino (Mecazen şeytan) unutulmaz mesajı verir: "Kibir, en sevdiğim"

Doğrusu ben bu kibir mevzunun da yanlış anlaşıldığı inancındayım. Olması gereken, sadeliğimizin ve sıradanlığımızın altını doğallıkla çizebilmek, (doğallığın ölçüsü de kişinin özsel denetimi içinde bulunmalı, muhakkak. Zira fazlası da doğallığın sınırlarını aşıp teatral duruşa, yani yönteme rahatlıkla kayabiliyor malum) ve bu çizme eylemi sırasında hukuka ve kişisel doğrularımıza -Ki bazen kişisel doğrularımıza ters düşse de icra ettiğimiz meslek adına, mesleki kimliğimizi kişisel doğrularımıza feda ederek (Etmeyeceksek cübbemizi hatıra kılmamız gerekir, değil mi?) , OMUZUMUZDAN DÜŞÜRMEMEYİ SEÇTİĞİMİZ CÜBBEMİZİN GEREKLERİ VE ZORUNLU KILDIKLARIYLA SÜSLEYEREK, yola devam etmek olduğu inancındayım, ne bir fazla ve ne de eksik.

Ben tanık olmadığım bir olayla ilgili olarak, müvekkilimim suçlu ya da suçsuz olduğuna, yargılamayı hiçe sayarak, kişisel kanaatimi yargının nihai sözüne egemen/üstün kılarak, peşinen öncelikli kılıyor isem; yargılama sürecinde mahkemenin "Tanık, keşif, bilirkişi incelemesi, bilumum raporlar" sürecindeki izlenimlerini hiçe sayıyorum , dahası peşin hükümlülüğümü ikrar ediyorum demektir.

Doğruları yargılamaya ihtiyaç duymaksızın peşinen bilmiyorsak; bu erke sahip değil isek -ki nihai sözü aşamalarda söyleyecek olan dahi bu erke sahip değil iken!- , bize söylenenleri temsil durumunda olmayı, "Sınırlı ehliyetlilik" addediyor isek; sınırlı ehliyetin de kendi yüzölçümü içerisindeki hukuki değerini, hiçe sayıyor/(hukuku tanımıyor) uz demektir.

Müvekkilimin haklılığına sonsuz itikat beslediğim ve beraat hükmünü aldığımız bir yargılama sonrası, müvekkilimle dostane hasbıhal ederken bir göz kırpımında yakalanan "Yaaa, Neyse boşverelim şimdi " müstehziliğindeki bakışın, yukarıda andığım filmin son karesiyle bizzat çakışmasını yaşayan (şanslı?/şanssız?) meslektaşlardan olarak, son bir mesaj eklemek istedim, o kadar.

Ve unutulmaması gerektğine inandığım, diğer bir meslek vazgeçilmezi: Yasaların yerindeliğini tartışabiliriz, ama bu uymak zorunluluğumuzu bertaraf etmez.

Buna; "Müvekkilimin beraatini talep ediyorum" son savunması ile karar duruşması aralığındaki bir aşamada, müvekkilimin suçlu olduğuna kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanaat getirmem olasılığı da dahil. Bu aşamada yasa bana "Gerekçe göstermeksizin" çekilebilirsin der, ama müvekkilini "İfşa edebilirsin" demez.


Saygılarımla...