|
Baskının tek nedeni korku
Erkekler, kadın bedeninden ve cinselliğinden korktuğu için onu kontrol altına almaya çalışıyor. Zinayı suç sayma girişimi de, koca dayağı veya bekâret kontrolü gibi bu korkunun bir tezahürü
13/09/2004 Radikal
LEYLA PERVİZAT
'Devletin, yatak odasında ne işi var?' Radikal bu soruyu günlerdir baş sayfada kırmızılı harflerle sorup duruyor. Zina ile ilgili tartışmalar da doludizgin devam ediyor. AB uyum süreci içerisinde müzakere tarihi verilmesini beklediğimiz şu günlerde ise tartışma Türkiye'nin sınırlarını aşıp Avrupalıların da gündemine oturmuş vaziyette. Gerçekten devletin, yatak odasında ne işi var? Bütün bu ilginç ve heyecanlı tartışmalara rağmen şu ana kadar bu sorunun köküne inmeyi pek başaramadık. Soruya cevap vermeye en fazla yaklaşan ise Selma Acuner oldu. Yine Radikal gazetesinden, Neşe Düzel'e verdiği röportajda erkeklerin kadın bedeninden korktuğuna dair kısa bir açıklama getirdi.
Albert Camus'nün dediği gibi, "İlk önce korkuyu anlamak gerekir." Korkuyu anlayabilmek Radikal gazetesinin bize sorduğu sorunun cevabını bulmamıza yardım eder. Devletin, yatak odasındaki işi korkuyla ilgilidir. Kadın bedeninden ve kadın cinselliğinin gücünden kaynaklanan korkuyla.
Erkekler neden korkuyor?
Korku, en ilkel tepkilerden biri olan kontrolü beraberinde getirir. Kadın bedenini ve kadın cinselliğini kontrol etme yöntemleri çeşitlidir. Latin Amerika'da namus cinayetleri, Çin'de ayak bağlama, Hindistan'da sati, ve Danimarka'da koca dayağı olarak karşımıza çıkar. Bu şiddet türleri coğrafyalara göre değişiklik gösterse bile özdeki neden korkudur.
İyi de erkekler, kadınlardan ve kadın bedeninden neden bu kadar korkuyor? Yapılan araştırmaların sonucu iki noktaya işaret etmektedir: Çocuğun babasının kim olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamak ve kadın cinselliğinin gücü. ABD'li yazar David Deida, 'Cinsel Özün Uyanması' adlı kitabında kadın cinselliğinin erkek cinselliğinden nasıl daha üstün ve güçlü olduğundan söz eder. Deida'nın bahsettiği tüm tıp uzmanlarınca da bilinen daha duyarlı ve güçlü cinsel bir yapıya sahip olmak yönünde yapılan saptamadır.
Türkiye'nin, Avrupa'nın ve Verheugen'in gündeminin baş konusu olan zinayı suç yapma girişimi de böyle bir korkunun eseridir. Zinanın hem kadın hem erkek eş bakımından aynı koşullara bağlı eşit olarak düzenleme ve uygulama getirileceği iddiası ise Türkiye'deki şartlar göz önüne alındığında trajikomiktir. Bu ülkede zina yapan kadınlar eğer namus cinayetlerinden paçayı sıyırıp hayatta kalmayı başarabilirlerse, hapishanelerde tecrit edilirler. Öte yandan, namus cinayeti işleyip kız kardeşini öldürerek hapse giren 15 yaşındaki erkek çocuğunun ise koğuş arkadaşları 'Artık sen erkek oldun' diyerek ayaklarını yıkarlar. Geçen haftalarda Turgut Tarhanlı'nın bu sayfalarda yazdığı gibi, uygulamada toplumsal ilişkilerde büyük bir eşitsizliğin söz konusu olduğu ülkemizde güç faktörüne bakmak gereklidir.
Kısacası, hükümetin, aldatmaları önlemek ve insanlık onurunu korumak için zinayı suç kapsamına alma girişimi ne yazık ki sadece 'erkeklerin namuslarına ve onurlarına' yönelik sonuçlar doğuracaktır. Türk Ceza Kanunu (TCK) tasarısının evlilik içi tecavüze, işyerinde cinsel tacize ve ensest ilişkilere yer verirken namus cinayetleri konusunda gerekeni yapmaması ve zinayı bir suç konusu yapmaya çalışması arasındaki çelişki de bu görüşü destekler. Okuma yazması olmayan, nüfus kâğıdı bile bulunmayan, hayatında tek başına sokağa çıkmamış bir kadının adli makamlara gidip kocasının kendisine evlilik içi tecavüz uyguladığını veya aldattığını iddia etmesini beklemek, ama namus cinayetlerine TCK taslağında gereken özeni göstermemek Türkiye'nin şartları açısından cidden çok gülünçtür.
Zina da nereden çıktı?
Öte yandan, feminist çevrede bile pek sık tartışılmayan bir nokta ise kanımca en ilginç olanıdır. Türkiye, AKP hükümetinin başa gelmesiyle büyük bir atağa kalkarak bir dizi reformdan ve 'iyileştirme' uygulamalarından geçmektedir. Kopenhag Kriterleri'ne ve AB uyum sürecine bu kadar yoğunlaştığımız şu günlerde neden zina konusu ortaya çıkmıştır? Ortalıkta, "Kentli kadınlar, televolelik halleriyle kendi bildiklerini okusalar da Anadolulu kadınlar milli ve dini değerlere sadıktır" söylemi dolaşmaktadır. Bu hemen hemen her modernleşme sürecinde yaygın eril düzenin kadınları kontrol altında tutmak için izlediği bir yöntemdir. Türk milliyetçi muhafazakâr söyleminde kadınları incelediği makalesinde Nükhet Kardam, milliyetçi ideolojilerin modernleşme davasıyla iç içe geçtiği vakalarda kadına güçlü bir sembolik işlev yüklediğinden bahseder. Modernleşme telaşı içerisinde kadınların hayatlarının daha fazla kontrole alındığı tek ülke kuşkusuz Türkiye de değildir. Modernleşme sürecinde Hindistanlı kadınların yaşadıklarını inceleyen Partha Chatterjee ve geniş bir coğrafyaya değinen Nira Yuval-Davis çalışmalarında her reform ve modernleşme girişiminin kadınlar için erkekler ile aynı eşdeğerde olmadığını saptamışlardır.
Bütün söylenenlerin ve yazılanların ardından kendimize şunu sormamız lazım. Kopenhag Kriterleri Türkiye nüfusunun yarısını oluşturan 35 milyon kadın için de geçerli mi? Yoksa, hükümetin niyeti sadece bu ülkenin erkeklerini mi AB'ye üye yapmak?
Leyla Pervizat: Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bölümü'nde doktora öğrencisi
|