Mesajı Okuyun
Old 04-12-2007, 18:40   #9
fikirbay

 
Varsayılan

Sayın Kavili, her zaman olduğu gibi, bu kez de tartışmaya sunduğu konu ile, beni cezbetti ve foruma katılma ve yazma arzusu uyandırdı bende.

Aşağıya alıntıladığım fikirler devam eden davalarımdan birinde kullanmak üzere yaptığım bir çalışmaya aittir.

Avukatlık ve hukuk formasyonum olmadığı halde, amatör bir hukuksever olarak muhtelif konularda, hukuki emsaller yaratabilmek adına açtığım davalar da dahil olmak üzere, bizzat açtığım veya fiilen sorumluluğunu üstlendiğim dava sayısı 2007 yılı sonu itibarıyla 40'ın üzerindedir. Artık, bir gerçek ve tecrübeli hukuksever olarak, sadece ihlal edilen şahsi menfaatlerimi kollamaya dönük bir hukuk mücadelesinden çok, hukuku bizzat kendi elleriyle boğan, katleden bazı hakimlerimize yönelik felsefi yaklaşımlar üreten bir yaklaşım ve anlayış içerisinde, hukukun değil de hukukçunun üstünlüğünün geçerliliğine son verilmesi gerektiğini ve hakimlerdeki Devleti koruma içgüdüsünün Devleti asıl çürüten ve içten içe yiyen en tehlikeli "anarşi kaynağı" durumuna geldiğini ve insanlarımızı Devletinden soğutan ve hatta Devletine düşman eden asıl unsurun bu olduğunu anlatma gayretine dönüşmüştür mücadelem. Asıl düzeltilmesi gerekenin, hukuka saygısızlık edenlerden ve kuralları çiğneyenlerden ziyade, hukukçuların kendileri olduğu aşikardır.

Konuyla bağlantılı olduğunu düşündüğüm (alıntılanmış) fikirlerim aşağıda sunulmuştur: (Not: Başlangıçta konuyla alakasız zannedilebilir, ama sonuna dek okunursa öyle olmadığı görülecektir.)

Kamu yararı ve hizmet gereklerinin yerine, kendi kişisel yararı ile menfaatinin gereklerini koymaya kalkabilecek hiçbir amir, bu keyfi ve hukuka aykırı uygulamalarına karşı çıkan bir memurunun siciline kendi kendisini ele verecek veya mahkum edecek şekilde “gerçeği” yazamaz. Elbette, bu noktada, ilk akla gelebilecek olan husus, memurun karşı koyma eyleminin derhal bir disiplinsizlik olarak yorumlanacak olmasıdır. Olayın tabiatı tartışmasız budur. Böyle bir durumda, sesini çıkarmayan memur “iyi” ve karşı koyan memur ise “kötü” memur olarak yorumlanacak ve karşı koyma eylemi de derhal “disiplinsizlik” olarak değerlendirilecektir. Hiç şüphe yok ki, yukarıda vurgulanan hususlar değerli hakimlerimizin de malumudur. Çünkü, iyiniyet ve dürüstlük esastır.

Devletine, bağlı, mesleki ve yabancı dil bilgisi iyi, görev performansı ve ahlakı düzgün bir memur, amirine ve işyerindeki disipline niçin karşı gelsin veya gelebilir? Sicilleri iyi, olumlu, makul ve mantıklı olan bir memurun işyerinde zaman zaman “uyumsuzluk” sergilediği iddiasının da yine makul ve mantıklı bir sebebinin olması ve bu sebebin re’sen araştırılması gerekir.

Disiplin, kısaca, kurallara uyma becerisi, hassasiyeti ve uyumluluk olarak tarif edilecek olursa, memurun uyum göstermekte zorlandığı iddia olunan “kuralların” hukuka uygun mevzuat hükümleri mi yoksa amirin keyfi karar ve uygulamalarına dayalı yönetim kuralları mı olduğu gerçekten iyi incelenmelidir. Memur, hukuk kurallarına ve mevzuat hükümlerine uyma kararlılığı ve gayreti içinde olmuş ve amirin hukuka ve yasaya aykırı emir, karar ve uygulamalarına direnmiş ise, bu durumda memurun “uyumsuzluğundan” söz edilemeyeceği her türlü izahtan varestedir.

Kurumlarını dava ettikleri için daha baştan kurumlarınca zaten afaroz edilerek Mahkeme önüne gelmiş bireyleri kurumlar içerisindeki “mobbing” uygulamalarına terkederek ve Mahkemelere, “yapılan uygulamalarda yüzde yüz kamu yararı varmış da anlaşmazlık esasen memurun kendisinin sorunlu olmasından kaynaklanıyormuş” intibaı vermek üzere hazırlanan mizansen ve kumpasları fark edemeyerek ve “ne de olsa Devleti temsil eden idarenin/kurumun saygın üst düzey yöneticileri” olarak bakılan davalı idarenin temsilcilerine, yani davalı idare içinde esasen davaya taraf olması gereken ama şahsi kusur veya görev kusuru işledikten sonra davalı idarenin tüzel kişiliği arkasına sığınıp bir şekilde korunabilen şahıslara, mevki, makam, statü veya nüfuzlarının gücü nedeniyle peşinen güven bahşedilerek ve belki de yine bu nedenle Mahkemelere sunulan resmi ifadelerin doğruluğunu ve gerçekliğini, re’sen araştırma yetkisine rağmen, hiç araştırmayarak davacı bireyleri yalnız ve çaresiz bırakıp tekrar idarenin kucağına iterek kamu yararı elde edilmesinin ve ulusal çıkarların korunmasının mümkün olamayacağı tartışmasızdır.

Bu nedenle, kurumu dava eden kişileri çaresiz bırakmamak ve zaten kapısında “işi olmayan giremez” tabelası asılı duran ve sade vatandaşın içeriye bile giremediği ve girse bile içeride gıkını dahi çıkaramadığı Devlet kurumları karşısında bireyin hak ve hukukuna önem vererek bireyleri sonuna dek dinlemek, anlatmak istediklerini ve ne söylediklerini iyi anlamak gerekir ve ancak böylelikle kamu kurumları içerisinde nelerin olup bittiğinin ve var ise kamu yararına aykırı saadet zincirlerinin farkına varabilmek mümkündür.

Bir personel hukuku kavramı olarak, sicil, kamu personelinin devlete bağlılık, mesleki yeterlilik, görev performansı, disiplin ve ahlaki nitelikleri açısından değerlendirilmesidir. O halde, mesleki bilgisi, yabancı dil bilgisi, görev perfonmansı iyi, devlete bağlı ve ahlakı düzgün bir memurun, mesleki hayatı boyunca hepsi de olumlu ve iyi olan sicillerine rağmen, sadece disipline müteallik tutum ve davranışları nedeniyle ara sıra “bazı amirlerinin” (hepsinin değil) memnuniyetsizliğine yol açtığı iddia ediliyorsa, bunun üzerinde önem ve dikkatle durulması ve o memurun bazı tutum ve davranışlarının disiplinsizlik olarak algılanmasının veya yorumlanmasının altında başka nedenler bulunup bulunmadığının iyi araştırılması gerekir.

Amirleri kusursuz ve mükemmel addedip kusurun sadece memurda aranması gerektiği önyargısı ile hareket edilmediği ve objektif olunduğu takdirde, ispat külfetini sadece memura yüklemeyip, memurun “ilk bakışta” disiplinsizlik veya dik başlılık gibi görünen tutum ve davranışlarının altında “başka nedenlerin” mevcut olup olmadığı mutlaka re’sen araştırılmalıdır. Çünkü, “kamu yararı ve hizmet gerekleri” bunu gerekli kılar.

Şöyle ki; sicillerinin objektifliği üzerinde herhangi bir tartışma veya şüphe bulunmayan “iyi” bir memurun subjektif yargılamaya veya husumete dayalı maksatlı değerlendirmelerden dolayı kamu hizmetinden dışlanmasında veya tecrit edilmesinde kesinlikle kamu yararı bulunmadığı gibi bu durumun hizmet gereklerine de ters düşeceği tartışmasızdır. “İdari Yargı”nın nihai amacı, hak ve adalet duygularının tatmin edilmesine ve adaletin yerini bulmasına yardımcı olmak kadar, hukuka uygunluk denetimi yaparak idareler içerisinde kamu yararı ve hizmet gereklerine uygun iş, işlem, eylem ve kararların üretilmesini temin edebilmek ve böylelikle de kamu düzeninin sağlıklı, verimli ve düzgün işlemesini sağlamaktır.

İdari Yargı’nın görevinin, kişisel veya kurumsal menfaatlerin değil, kamusal menfaatlerin, yani kamu yararı ve hizmet gereklerinin, hukukilik denetimi yoluyla korunup gözetilmesi ve kamu düzeninin düzgün işlemesinin sağlanması olduğu tespit edildikten sonra, kişisel, kurumsal ve kamusal menfaat kavramları birbiriyle mukayeseli olarak incelendiğinde:

Kişi, kendi yararının ve zararının bilincinde bir canlı varlık olduğundan, kendi yararını kollamayı “içgüdüsel olarak bile” her ortamda becerebilecektir. Kişi, her ortamda kişisel yararını kollamayı doğal olarak bilecektir ve bilmektedir.

Kurum, kişinin kendi yararına olanla kurum yararına olanı kolaylıkla özdeşleştirebileceği fiili bir yaşam alanı ve bir “tüzel kişilik”tir. Kurumsal yarar kavramı ise, kurumlar içerisinde genellikle “yönetici” konumundaki kişiler açısından önemlidir ve yönetici konumundaki kişiler kurumsal yarar ile kişisel yarar arasında kolaylıkla bağlar oluşturulabileceğini ve hatta kişisel yararları ile kurumsal yararın tamamen örtüşebileceğini çabuk kavrarlar. İşte, sicil mekanizmasının devreye girdiği ve çok işe yaradığı nokta da burasıdır. (Örneğin, sicil amirinin veya üst düzey bir yöneticinin makam arabasını özel işlerinde kullandığını ve bunun mevzuata/hukuka aykırı olduğunu dile getiren memurun siciliyle derhal oynanması ve afaroz edilmesi gibi.)

Kamusal yarara gelince; Kamusal yarar bir anlamda öksüz ve yetimdir. Öksüzün ve yetimin hakkının korunması anlamına da gelen kamu yararı kavramı, kişisel yarar ile kurumsal yararı örtüştürebilmiş ve belki de özdeşleştirebilmiş bireyler açısından biraz soğuk ve iticidir.

Kişisel yarar, doğrudan kişinin kendisi ile ilgili olduğundan, yine kişinin kendisi tarafından korunmaktadır ve teminat altındadır. Bu anlamda, kişi yararının gözetilmesi amacıyla resmi bir denetime veya zorlamaya gerek yoktur.

Kurumsal yarar ise, kurumdaki yöneticiler tarafından korunmaktadır ve kişisel yarar ile kurumsal yarar örtüştüğü oranda (ki örtüşmemesi imkansızdır) yöneticilerin kuruma büyük sadakat gösterdiği ve her kurum bünyesinde ayrı bir saadet zincirinin oluştuğu bilinmektedir.

Açıkta kalan ve korunmaya muhtaç olan bir tek “kamu yararı”dır. Çünkü, öksüzün ve yetimin hakkının “yakın koruma”sı yoktur. Kurumlar içerisinde “kamu yararı” sahipsizdir. Eli, kolu erişen herkes öksüzün/yetimin hakkına el, kol veya çengel atmaktadır. Kurumlar içerisinde üst düzey yöneticilerin kişisel yararı ile kurumsal yarar çoğunlukla özdeşleşmiş olduğundan, böyle bir ortamda hizmet gereklerine uyarak kamusal yararı/kamunun yararını korumaya yeltenenler derhal kurum içinde afaroz edilebilmektedirler.

Kurumlar içerisinde, kamusal yarar peşinde koştuğunuzda, kişisel yarar sağlayabilmeniz mümkün olamayacağı gibi, kurumsal yarar ile kişisel yararını özdeşleştirmiş amirler/üst düzey yöneticiler ile onlara birer “kapıkulu” olmak suretiyle kişisel yarar sağlayabilmek ve kurumun pastasından pay alabilmek umudunu taşıyan alt düzey memurların da hedefi haline gelirsiniz.

İdari Yargı sistemimiz ve değerli Hakimlerimiz, maalesef, Devleti koruma içgüdüsü ile olsa gerek, davalı idareleri/kurumları Devlet ile bir tutmakta, özdeşleştirmekte ve FENA HALDE YANILMAKTADIRLAR.

Değerli hakimlerimiz duruşma talebimi kabul ettikleri takdirde, “kurum içerisindeki saadet zincirinin UYUMLU bir halkası olmadığım için” afaroz edildiğimi somut ve nesnel olarak kanıtlama imkanım olacaktır.

Duruşma talebim kabul edildiği takdirde, hizmet/görev kusurları kurum içerisinde bilinçli şekilde örtbas edilerek rehin alınmış ve sicil amirleri tarafından sindirilip susturularak kapıkulu zihniyetiyle kula kulluk etmeye mahkum edilmiş veya buna “seve seve” mecbur bırakılmış veya kişisel zekaları ve dönme kabiliyetleri yüksek olduğu için kamu yararının aksi istikametinde, kişi yararı esasına göre, dönmekte olan mevcut çarklara gönüllü olarak “kendiliklerinden” uyum sağlayabilmiş memurlardan oluşan saadet zincirinin “kırılan halkası” olmamdan çekinildiği ve aktif görevlere getirildiğim takdirde dönen çarklara bizzat şahit olup suç duyurusu yoluyla bu gerçekleri Savcılıklara ifşa etmemden korkulduğu için “uyumsuz” memur damgasının şahsıma maksatlı olarak vurulmaya çalışıldığını, terfimin, tayinimin bu nedenle durdurulduğunu, her türlü özlük haklarımın çiğnendiğini ve şahsıma “mobbing” uygulandığını somut bilgi ve belgelere dayanarak ispat edebileceğim.

Ancak, bugüne dek gördüğüm o ki, bazı değerli Hakim ve Savcılarımız da, kendi kişisel yararları açısından pek sağlıklı görmedikleri ve belki de sırf bir müştekinin veya davacının hakkını/hukukunu gözeteyim derken soluğu Hakkari veya Kars’ta almak ve akıllı, uslu bir şekilde güzel, güzel görev yaptıkları Ankara’yı/Başkenti terketmek zorunda kalmak istemedikleri için olsa gerek, davalı idarelerin yaman nüfuzu karşısında pek fazla direnememekte ve “ADINA” kararlar verdikleri “TÜRK MİLLETİ”nin kamusal yararına aykırı uygulamaları görmezden gelmekte veya en azından hoş görebilmeye çalışmaktadırlar.

Devlet içerisinde hatır/gönül saikiyle ve ahbap/çavuş ilişkileriyle görmezden gelinen hukuksuzlukları gördükçe yüce TÜRK MİLLETİ ADINA utanç duymaktayım. Bugüne kadar edindiğim tecrübeler sayesinde, yukarıdaki satırlarımı okuyan bir Hakim veya Savcının dahi, hukuksuzluk üretenler yerine, şahsıma kızmaya başlayabileceğini ve “idareler iyi ki böyle tipleri afaroz ediyorlar” diye düşünebileceğini tahmin edebiliyorum.

Sicillerin objektif ve hukuka uygun olarak düzenlenmesi, kamu hizmetinin liyakat esasına uygun olarak belirlenen personel tarafindan yürütülmesinde etkili olduğu gibi, personelin bazı haklardan yararlanması hususunda da temel belirleyici kriterdir. Bu nedenle, duygusal ve kişisel ilişkiler ön plana çıkarılarak düzenlenecek siciller, kamu hizmetinde verimliliği azaltabileceği gibi, personel arasında eşitsizlik, haksızlık ve psikolojik açıdan görevlerinde isteksizlik yaratarak motivasyonlarını olumsuz şekilde etkileyebilir.

Kurumsal menfaat, kamusal alandaki bir kurumda görevli kişilerin kişisel menfaatlerinin bir tüzel kişilik nezdinde/bünyesinde kurumsal/toplu menfaate (toplum menfaatine değil) dönüştüğü bir menfaattir. Kurumda çalışanların kişisel menfaatlerinin “toplu menfaat”e veya daha ileri bir aşamada bir “saadet zinciri”ne dönüştüğü bir “kurumsal menfaat” kavramı KAMUSAL MENFAAT/KAMU YARARI KAVRAMI İLE HİÇ ÖRTÜŞMEYEBİLİR.

İşte bu noktada değerli Hakim ve Savcılarımız, davalı idarelerin kurumsal menfaatlerini, Devlet eşittir davalı idare/kurum mantığıyla, kamu yararına denk saydıkları ve madem davalı idare Devleti temsil ediyor, o halde idarenin/kurumun gözettiği kurumsal yarar doğrudan kamu yararı ve hizmet gereklerine tekabül eder düşüncesine kapıldıkları takdirde, büyük bir yanılgı içerisine girmiş olmaktadırlar.

Kamusal yarar sağladığı/sağlayacağı zannedilen veya varsayılan kurumsal yarar, doğrudan üst düzey yöneticilerin kişisel yararlarına hizmet ediyor ve “kamu zararı”na yol açıyor olabilir. Davalı idare/kurum içerisinde Kamu Düzeni veya Hukuk Devleti açısından kabul ve himaye edilmesi imkansız olan ve yukarıda arz ettiğim tarzda/türde kişisel yarar sağlayan “gayrı meşru çarklar” kurulmuş veya öteden beri mevcut ise eğer, bu durum ancak “Mahkemelerde açılan davalar sırasında” cesurca ortaya konulabilecek, değerli Hakimlerimiz tarafından öğrenilebilecek ve ancak Mahkemeler/İdari Yargı sayesinde Türk Milleti Adına bu uygulamaların hukuka uygunluğu denetlenebilecektir.

Çalıştığı kurumu dava eden bir kişiyi “Devleti karşısına almış zavallı ve çaresiz biri” durumuna düşürmek yerine, yüce Türk milletinin, kamu kurumlarının içerisinde olup bitenlerden ancak bu şekilde, yani Mahkemelere intikal eden hukuki ihtilaflar sayesinde, haberdar olabileceğinin şuurunda olunmalı ve TÜRK MİLLETİ ADINA bu denetim imkanı doğru kullanılmalıdır.