Mesajı Okuyun
Old 28-11-2007, 18:22   #11
Admin

 
Varsayılan

Hikaye No : 10
Gönderim Tarihi : 25.11.2007 / 12:27
Yazar : Av.Neşe

Başlık : Dramatik Başarı

Bu bildik bir melodiydi kulaklarında , dağ eteklerine çökmüş sisin manzara eşliğinde ağızlarından çıkan buharların sıcağından bile medet bekleyerek yürüyorlardı. Orhan ve ikiz kardeşi Burhan daha 11 yaşındaydılar , duygusal, zayıf ,isteksiz ve en kötüsü de ümitsizdiler. Buna rağmen yaklaşık köylerine 10 km uzaklıktaki ilçeye doğru yürüyorlardı.

Buz tutmuş asfaltın üzerinde enigmanın giriş müziği gibi derin bir hüzne davetiye çıkaran araçların lastik sesleri yaklaşıyor, geçtikten sonra ise motor ve egzoz gürültüsü ile senfoni tamamlanıyordu. Geçen araçların hiçbirine İkizler el kaldırmıyordu. Büyük ihtimalle yine okula geç kalacaklar, bir sürü fırça yiyecekler ve hatta belki de öğretmenlerinin yüzlerinde güller bitiren mübarek ellerine muhatap olacaklardı. Buna rağmen yine de hiçbir araca el kaldırmıyorlardı. Çünkü, ne zaman kendi köylerinden bir araç dursa bildik replikler tüm gıcıklığı ile cereyana başlardı. Orhan'la Burhan'ın babası Almanya'da idi ve orda başka bir kadınla yaşıyordu. Yaz tatillerinde lüks arabasıyla köye geliyor, birkaç gün durduktan sonra niye geldiği ve niye gittiği belli bile olmadan çekip gidiyordu. Bizim ikizlere sürekli “okuyun” diyordu ve her sene geldiğinde ise hesap soruyordu. Ama bir türlü nerde okumaları gerektiğini söylemediği gibi hiçbir maddi ve manevi yardımda da bulunmuyordu. Tabi bu Alamancının böylesi ara sıra gelip, lüks arabasıyla hava atmasına gıcık olan köylülerin birçoğu yolda bizim ikizlerin yaya olarak ilçeye gitmelerini görünce, istisnasız mükemmel bir fırsat yakaladıkları düşüncesiyle, onları araçlarına alıyorlar ve başlıyorlardı:

- Demek ohuyup adam olacahsınız ha, falanlar filanlar da ohudu da pööh ...ne oldu ?

İkizler , buna cevap bile veremezler çünkü, bir baltaya sap olacaklarına kendileri de o şartlarda inanmamaktadırlar.

- Babanızın o gadından çocuğu var mı ?
- Yok.
- Size para gönderir mi bari?

Bu çok zor bir sorudur , cevap, gönderiyor olursa o zaman niye yaya yürüyorsunuz sorusu gelecektir. Göndermiyor derseniz , niye göndermiyor gibi rencide edici bir sorular hazırdır. Çocukların yüreği sıkışır içlerinden " Keşke baba çok önceleri ölmüş olsaydın da bu sorulara bu yaşta muhatap olmasaydık" diye geçer , ama bunu bir zamanlar küçük olan büyük , anlamaz ve kasıla kasıla sorularına devam eder. Sorular genelde geçiştirilir ,cevapsız bırakılır ve hayırsever(!) bir köylüye daha arabasıyla ikizleri ilçeye kadar götürdüğü için gebe kalınır.

Yıllar önce yaşanan bu günlerin , ayların ve hatta yılların tek özelliği hep birbirine benzemesidir. Akranları top oynarken , gezerken kışın dağdan bayırdan kayarken. Bizim ikizler rutin olarak kilometrelerce yolu yürüyerek gitmekteler, üstelik oturup bir gün saymaya çalıştıkları halde okulda dayak yemedikleri gün hemen hemen bulamamaktadırlar. Bu çocukların kurdukları bir hayalleri bile yoktur. Sonunda orta ikinci sınıftan sonra okul macerasına son verme kararı alan ikizler, tavırlarını koyarlar ve artık biz okumayacağız derler. Abilerinin ve annelerinin epey otoriter ısrarları bile işe yaramayınca Burhan için tamamen Orhan için ise üç yıl gibi bir fasıla ile okul macerası sona ermiştir.

Orhan her ne kadar ortaokulda sonuncu olsa da ilkokulda okul birincisi idi. Bütün olumsuz şartların ittifakı ile kendini bariz bir gerizekalı gibi hissetmeye bile başlamıştı. Yaklaşık üç yıllık sürede içindeki okuma şevki tekrar gaza geldi. Orhan 14-15 yaşlarında iken tekrar okula devam etmek için heveslendi. Ortaokul 3. sınıftaki vatandaşlık dersi sayesinde hukuk diye bir şeyi tanımaya başladı. Ama, ileriye yönelik hiçbir zaman hukukçu olabileceği ümidi ve hayali yoktu. Yeniden okula başlamakla kendine olan güveni biraz arttı. İkiz kardeşi kesinlikle okumak istemiyordu onunla yolları artık okul bakımından ayrılmıştı. Orhan'a İstanbul'da okuma şansı doğmuştu. Her ne kadar da İstanbul'a ilk gittiğinde , sonradan görme birçok insan tarafından horlanmış ve evcilleştirilmeye çalışılmış, hatta sürekli kendinden büyüklere sırf abi ve abla dediği için fırça yemiş olsa da İstanbul macerasının başlaması , Orhan için bir milattı.

Yıllarca iniş çıkışlar devam etti. Orhan köyüne gelince vefalı bir köylü, şehre gidince de görmüş geçirmiş lügatı şehirlice biri gibi olmak için çabaladı durdu. Ancak, anladı ki kimseye yaranılmıyor, hayatta üçüncü kişi gibi oynadığı ve sürekli alkış beklediği rolden sıkıldı. Zaman, şartlar ve roller değişti küçükken ne olduğunu bile bilmediği bir okulda ve meslek arifesinde kendini buluverdi. Köylülerinin bildiği ilk hukukçu olacaktı. Bu durum , Galatasaray’ın ilk defa UEFA kupası alması kadar köy halkına özellikle gençlere moral oldu. Artık bizim köyden de azbuz değil bir hukukçu (hakim, savcı veya avukat) çıkabilirdi. Orhan, ailesi de dahil tanıdık birçok kimsenin taktirini aldığı gibi kıskançlıklara bile sebep oldu. Ama, kendisinden çok şey bekleyen köylüler ve şehirli tanıdıkları hayal kırıklığına uğradı. Çünkü, Orhan kendi hayatını istediği gibi oynamaya başladı. Toplumun doğrularını sorguluyor, niceliksel çoğunluğun dediğinin niteliğine bakıyordu. ,O artık orta yaşlı ve yaşlı kimselerin sevmediği , gençlerin ise örnek aldığı sıra dışı biriydi.

Küçük bir köy çocuğu olarak macerasına dramatik bir şekilde başlayan Orhan, herşeye rağmen dünyaya evrensel bir hukukçu gözüyle bakmayı öğrenmişti. Doğruyu a,b,c... kim söylerse söylesin hiçbir sınıfsal ve görüş farkı gözetmeden analiz edebiliyor ve alkışlıyor , yanlışı da kim söylerse söylesin ona muhalefet edebiliyordu. Belki fazla becerikli, sevilen ve köylüsünün övündüğü bir avukat değildi ama evrensel hukuk değerlerini, temmuz günü bir dağ başında rüzgarın saçlarını uçuşturması kadar sevmiş, hayatın zevkinin görüşlerden ve bakış açılarından çiçeklerden bal toplayan arı gibi özgürce bal almak olduğunu anlamış bir hukukçu olmuştu. Okul kitaplarından başka okuduğu kitap sayısı bir elin parmak sayısını geçmezdi. Ancak, herkesin görüşüne saygı duyacak kadar engin bir bilgeliğe sahipti. Hayatında girdiği hiçbir kuyrukta öne geçmek gibi bir gayreti olmadığı gibi, beleş olan hiçbir şeye tenezzül etmedi. Birçok düşünceye mensup insanlara hep saygı gösterdi ama hiçbir düşünceye mensup olmadı. Şüpheden sanık yararlanır "in dubio pro reo" evrensel ilkesini istisnasız savundu.

Gece boyunca dosya üzerinde çalışarak , her zamanki gibi duruşmadan bir saat kadar önce adliyeye yürüyerek gelmişti sırasını beklemekte iken, mübaşirin kendi ismini bağırmasıyla sıçradı, duruşma salonunda sanık müdafiliği yapacaktı, kendisine hakim tarafından söz verildi: "Hakim bey, sanığın olay saatinde falan filan yerde olduğu ve atılı suçlamayı gerçekleştirdiği iddia edilmektedir , oysa, tanık beyanlarında 'mişli' geçmiş zamanlı bir yüklem geçmektedir. Sanığı mahkum etmeye yeterli delil yoktur. Olayda şüphe vardır şüpheden de sanık yararlanır (in dubio pro reo) ilkesi gereğince sanığın beraatını talep ediyoruz ." dedi. Bir müddet sonra sanık berat etti. Dünün küçüğü , bugünün büyüğü ve yarının yine küçüğü Orhan BAŞARMIŞTI.