|
Bahar Hikayeleri (Ahmet Ünal ÇAM)
Nezarethanedeki yerime geçmeden, telefon etmeme izin verdiler. Gül'ü aradım, randevuya gelemediğim için özür dilemek istiyordum. Ancak telefonu açan olmadı.
* * *
PARMAKLIKLAR ARASINDAN GÖKYÜZÜ
Saat akşamın sekizi, nezarethane dedikleri odadayım. Ranzama uzandım, düşünüyorum. Gül'ü düşünüyorum, Kemal'i düşünüyorum... Gül anlattıklarıma ya inanmazsa... Onu inandırmak için karakola getirip kayıtları mı göstereceğim! Saçma... Bu düşüncelerime sinirle güldüm. Sözlerime inanmazsa zaten aramızda bir arkadaşlık kalmaz ki. Kim bilir bu kez de randevuya gelmedim diye çok kızmıştır, benimle konuşmak bile istemeyebilir. Tabi neden olmasın, bana bağlı değil ki henüz, vazgeçmesi de zor olmaz.
Kemal... Kemal ayrı bir dert. Sadece adını biliyorum ama benim için önemli biri. İyi insanlar o kadar azaldı ki, iyi insanlarla karşılaşmak o kadar zor ki. Kemal'in değeri benim için çok fazla. Suçsuzluğumu en azından ona ispatlayabilsem. Onun dostluğunu kazanmalıyım. Menfaate, çıkara dayanmayan dostlukları böyle özlemişken ona boş veremem. Kemal, kendi açısından benim hırsız olabileceğimi düşünmekte haklı, aksini ispatlayamadım ki... üzülüyorum... bunalıyorum.
Gözlerim tavana dikildi, kendimi Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" şiirinde buldum; benden önce bu handan geçenleri düşündüm. Öyle bir an geldi ki; Maraşlı Şeyh oğlu Sarılmış’la kendimi özdeşleştirdim, onda kendimi buldum. Bir kaç mısrayı hatırladım;
" Hancı, dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkulu burkulu kaldı bende.
Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! " Ben de bu nezarethaneye sağ girdim ama hırsız damgasıyla çıkarsam, "Sağ çıktım" diyemeyeceğim.
* * *
Düşünceler içinde uyuyakalmışım. Saat sabahın altısı, henüz uyandım. Burası bekâr odamdan daha sıcak ama sulayacak bir çiçeğim bile yok.
Kalktım, parmaklıklı penceremden sokağa baktım; sokaktan çok az insan gelip geçiyordu. Sabah mahmurlukları yüzlerinde, çeşitli yönlere yürüyor. Özenecek hiçbir şey kalmamış gibi, bu gezinen, erkenden işe giden ya da kahvaltı için ekmek almaya çıkmış insanlara özendim. Dört duvar arasında olmak kötü, çok kötü. Gözlerim uzaklara kaydı, ufukları dolaştı. Güneş doğmak üzere, ufuklar pembeleşmiş. Manzaranın romantikliği, şiir yazmak için çok güzel ama içimdeki sıkıntı şiir namına iki satır bile yazmama engel oluyor.
Yalnızlık düşünmek için çok uygun bir ortam oluşturuyor. Hayallerin, umutların zamanla nasıl değiştiğini düşünüyorum. Çocukluğumda bisiklet en büyük hayalimken, bir gün baktım umurumda bile değil. Bir gün gitar isterken başka bir gün önemi kalmamış. Çok şey bu şekilde bir gün önemliyken başka bir gün önemsiz hale gelince zamanla yaşamı güzelleştiren en önemli şeyin, diğer insanlarla olan ilişkilerimin, sevginin ve paylaşabilmenin olduğunu kabul ettim. Maddi isteklerin sonu yok; arabam olsa, ev isteyeceğim, evden sonra belki uçak, belki fabrika istememem için bir sebep yok ki. Bunlar istenmesin diye düşünmüyorum ama yaşamın amacı daha çok kazanmak olmamalı, sonu gelmez maddi isteklerin, yetmez. Oysa dostluklar, sevgiler öyle mi! Kıymetini bilene şöyle bir içten gülüş veya candan bir halini sormak hatta samimice selam vermek ne kadar güzeldir.
Bunları düşündükçe Kemal'in dostluğuna verdiğim önem artıyordu. Bir polisin gelmesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Polis geldi, kapıyı açtı;
-Komserim sizi çağırıyor.
Polisle birlikte yürüdük, koridoru geçip komiserin odasına girdik. Odaya
girince komiser ile beni tutuklayan polis gülümseyerek bana baktı. İçime
umutla karışık tatlı bir huzur yayıldı.
Can'ın dedesi Ziya beyin köşedeki koltukta oturduğunu sonradan fark ettim. Onu görmemiş gibi yaparak komiserin gösterdiği koltuğa geçip oturdum. Komiser;
-Ümit bey suçsuzluğunuz ortaya çıktı, size boş yere rahatsızlık verdik.Ama elimizde değildi.
Çok rahatlamıştım, sevinmiştim. Heyecanımı belli etmemeye çalışarak cevapladım;
-Siz görevinizi yaptınız.
Komiser Ziya beyi göstererek;
-Ziya beyi tanıyorsunuz, Can'ın dedesi. Ziya bey söyledi, Can kendisine gelmiş.
-Nasılmış?
-İyiymiş, bu gün akşama hastaneden çıkarılabilirmiş.
-Sevindim.
-Hastaneye zamanında getirilmese kurtarılamayabilirmiş.
Ziya bey söze karıştı;
-Bu yüzden size minnettarız.
Bir an sustu, benim bir şeyler söylememi bekler gibi. Ben konuşmayınca devam etti;
-Can kendine gelince konuştu, cüzdanını evde unuttuğunu söyledi, odasında bulduk.
Ziya beye bakmamaya çalışıyordum. Son söyledikleri beni sevindirmişti. Cüzdanın bulunuşuyla suçsuzluğum kesinleşmişti. Cüzdan bulunmasa belki yine de suçsuz kabul edilirdim ama şüphe altında kalırdım. Allaha şükürler olsun.
-Suçsuzluğum ispatlandığına göre izninizle gitmek isterim komserim.
-Tabii gidebilirsiniz. Faydamın dokunacağı herhangi bir sorununuz olursa beni hatırlar, ararsanız elimden geleni yaparım.
Komiserin bu sıcak davranışları beni mutlu etmişti.
-Sağolun.
Ziya bey yerinden kalktı, bana yaklaştı. Elinde bir tomar para vardı, bana doğru uzattı. Para vererek kendini affettirmek istiyordu. Acıyarak yüzüne baktım;
-Daha öncede söyledim, ben torununuza para için yardım etmedim. İlla bir karşılık vermek istiyorsanız, bana yaptıklarınızı kimseye anlatmayın.
Niçin der gibi yüzüme baktı.
-Yoksa başka bir çocuğun başına aynısı gelirse, kimse yardım etmez.
Komiserle polis arkadaşın elini sıkıp, hızla çıktım odadan. Salondaki bir polisten Kemal'in adresini rica ettim, komserine danıştıktan sonra adresi bana verdi.
Karakoldan çıktım ilk iş olarak Gül'ü aradım, şansımdan telefona Gül çıktı.
-Gül, ben Ümit. Nasılsın?
Kısa bir şaşkınlıktan sonra konuştu;
-Sağol, iyiyim... niçin gelmedin randevuya?
-Kusura bakma elimde değildi. Randevuya gelmek için yola çıktıktan sonra başıma bazı olaylar geldi...
İki gündür yaşadıklarımı anlattım Gül'e.
-Hay Allah! Ben de neler düşünmüştüm.
Haber vermek için akşam seni aradım, telefonu açan olmadı.
-Akşam evde değildik.
-Kusura bakmazsan kapatıyorum, biran önce Kemal dediğim arkadaşı bulmak istiyorum.
-Yine ararsın değil mi?
-Ararım, hadi hoş çakal!
-Görüşürüz.
* * *
Kemal'i bulmak için aldığım adrese göre yola çıktım. Otobüse atladım. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra adresteki mahalleye geldim; burası bir gecekondu mahallesiydi. Otobüsten inince gördüğüm bir kahvehaneye girdim, Kemal'i sordum;
-Kemal İnce adında bir şoförü arıyordum.
Orta yaştaki bir adam eliyle göstererek tarif etti;
-Şu ilerdeki evden sağa dön, dördüncü ev, ikinci kat.
-Sağolun.
Köşeyi dönünce evi gördüm. Güzel bir görüntüsü vardı. Ev ile yol arasında güzel bir bahçe var, bahçede birkaç meyve ağacı, çiçek ekili bir köşe ve bahçeden ikinci kata uzanan merdiven. Bahçede oynayan iki çocuk bu güzelliğe hayat katıyor. Bu görüntülerle bir geçmişe özlem dalgası esti gönlümde, çocukluğumu hatırladım. Böyle yeşil bahçelerde yemek yiyişlerimiz, içtiğimiz çaylar, oyunlar... eh.. biraz da yaptığımız yaramazlıklar. Ve bazen çöken akşamla başlayan, esrarengiz olayları konu eden sohbetler.
Merdiveni çıkıp kapının zilini çaldım, genç bir kadın çıktı;
-Buyrun, ne istemiştiniz?
-Rahatsız ettim, burası Kemal İnce'nin evi mi? Kendisiyle görüşmek istiyorum mümkünse.
-Evet, burası, ama şu anda evde değil.
-Ne zaman gelir acaba?
Kapı aralığından evde yaşlı bir adamın oturduğunu gördüm, meraklı bir bekleyişle bize doğru bakıyordu. Kemal veya hanımının babası herhalde. Genç kadın sorumu cevapladı;
-Akşam yedi civarında geleceğini söyledi.
-Teşekkür ederim, yedi civarında gelirim.
-İsterseniz burda bekleyebilirsiniz, buyrun.
-Sağolun, ben daha sonra gelirim. Uğramam gereken bir yer var.
-Beyim geldiğinde kim olduğunuzu sorarsa...
-Ümit, deyin. İyi günler.
Ben merdivenden inerken, bahçede oynayan iki çocuk hızla yanımdan çıktı. Önde koşan çocuk annesinin önünde düştü.. Çocuklara öfkeyle bakan kadının yüzüne baktım, sevindim; o öfkeli yüzün arkasındaki şefkati, sevgiyi görmüştüm. Çocuklarını her fırsatta döven, sevgisiz kadın ifadesinden zerre yoktu yüzünde. Çocukları adına sevindim.
Merdivenden indim, evden uzaklaştım. Aslında yapacak bir işim filan yoktu ama evde sıkılırım, hem biraz dolaşmak mahalleyi tanımak istedim. Rasgele bir yöne yürüdüm. Bir ara sokağa dalmıştım ki, onbeş-onaltı yaşlarında gençlerin futbol oynadığı topları başıma çarptı. Aklıma bir muziplik geldi, başımı tutarak kendimi yere doğru bıraktım, bulunduğum yere çömeldim, baygın-halsiz gözlerle baktım gençlere. Yanıma koşarak geldiler, telaşlanmışlardı;
-Bir şeyin yok ya abi?
-Nasılsın abi?
-Çok mu sert geldi abi?
-Kusura bakma abi, istemeden oldu.
Hem soru soruyor hem de beni tutuyorlardı. Onlar düşmemem için beni tutunca, kendimi iyice bıraktım.
-Çok fenalaştım aahhh!..
-Ne yapabiliriz abi, kolonya getirelim mi?
-Benim için tek bir şey yapabilirsiniz.
Meraklandılar;
-Nedir o, abi ne yapabiliriz?
Yavaşça doğruldum, gülümseyerek yüzlerine baktım;
-Benimde sizinle futbol oynamama izin verebilirsiniz.
Hepsinin endişe dolu yüzleri rahatladı gülmeye başladılar.
-Tamam, abi, istediğin bu olsun ya...
Hemen montumu çıkardım, kenara koydum, gömleğimin üstünden iki düğme çözdüm paçalarımı da çorapların içine topladım, artık hazırım. "Eh.. şimdi bu gençlere o müthiş futbolumla amma hava atarım" dedim, kendi kendime. "Sen neymişsin abi!.. " sesleri şimdiden kulağımda.
Maça başladık, pas verdiler, topu aldım. Topla iki adım atmıştım ki birisi kaptı topu. "Olur, böyle şeyler" dedim. Ama böyle şeyler peş peşe iki defa daha olunca, hele benden kaptıkları son topla, rakip takım gol atınca çok fena bozuldum. Bağırdım; “Arkadaşlar bu senaryoda yanlışlık var; çalımları ve
golleri ben atacaktım. "
Gençler gülüştü ama sözümü pek dinlemediler, çalımı atan geçiyor. Baktım iş sıkı, rezil olacam
---DEVAMI VAR---
|